20 Ocak 2014 Pazartesi

İSLAM'IN RÜŞVET VE HIRSIZLIĞA BAKIŞI NEDİR?

 
 
 
İSLAM’A GÖRE RÜŞVET VE HIRSIZLIK


 RÜŞVET


 Sual: Rüşvetin dindeki yeri nedir?


 CEVAP: 

 Dinimiz, gasp edilmiş malı ve zulüm, hırsızlık ile alınan, rüşvet, faiz, kumar ücretleri ve diğer hıyanet yollarından biri ile ele geçen kazancın yenilmesini ve başkalarına yedirilmesini yasak etmiştir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Birbirinizin mallarını, aranızda [kumar, sahtekârlık, hırsızlık, gasp, rüşvet gibi] bâtıl sebeplerle yemeyin!) [Bekara 188]


Efendimiz (sas) “Rüşveti alana da verene de lanet etmiştir”.
(Ebu Davut: 3/326, hn. 3582; Tirmizi: 3/622, hn. 1336)

Haksızı haklı, yanlışı doğru, kötüyü iyi, liyakatsizi liyakatli göstermek için bir kimseden para, mal almak rüşvettir. Böyle gayrı meşru hareket için, para, mal verilmesine vasıta olmamalıdır! Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Rüşvet alana, verene ve bunlar arasında rüşvete vasıta olana da Allah lanet etsin.) [Hakim]


(Rüşvet alan da,veren de Cehennemdedir.) [Taberani]

Kızın babasının veya akrabasının, kızı vermeye razı olmaları için damattan istedikleri para veya mal rüşvet olur.


Ayakbastı parası almak da rüşvettir, haramdır.


Layık olmayan kişileri işe almak için rüşvet istemek, ülke idaresini ehliyetsiz ellere terk etmek demektir. Bu da bir milletin yıkılmasına sebep olur.


Bir öğretmenin, kabiliyetsiz bir talebeyi rüşvetle geçirmesi de, layık olmayan kalitesiz, kimselerin iş başına geçmesine vesile olur.


Alt sırada olan bir evrakı, rüşvetle üste çıkarıp hemen muamelesini yapmak, diğer sırası gelen insanların haklarına tecavüzdür, zulümdür.


Bir doktorun rüşvet alarak sağlam memura rapor vermesi, düzenin bozulmasının, ülkenin yıkılmasının sebeplerindendir.


Belediyelerce, kanunsuz binalara ruhsat vermek veya ruhsatsız yapılara rüşvet alarak göz yummak veya daha başka şekilde rüşvet almak vazifeye ihanettir.


Dinsiz bir kimse, Allah’tan korkmadığı için, kanunun görmediği yerlerde her rezaleti işleyebilir. Fakat bir müslüman, Allahü teâlânın her zaman kendini gördüğünü bildiği için, rüşvete karışmaz ve diğer günahları işlemez. Eğer müslüman bir kimse, rüşvet gibi kirli işlere karışmışsa, Allah’tan korkmadığı veya az korktuğu anlaşılabilir. Bunun için müslüman bir kimsenin rüşvet alması, sadece kendini günaha sokmakla kalmaz, aynı zamanda İslamiyet’e de ihanettir. Neticede, rüşvet bir milleti manen ve maddeten çökerten bir illettir. İlgililere yardımcı olmak, her ferdin vazifesidir.


Dinen büyük günah olup, bir milletin felaketine sebep olan rüşveti kaldırmak, ancak İslam ahlakına sahip olmakla mümkündür. Çünkü ahlaklı bir müslüman haksızlık etmediği gibi, haksızlığa da razı olmaz. Müslümanda Allah korkusu bulunduğu için, rüşvete vasıta bile olmaktan, aslandan, yılandan kaçar gibi kaçar. Bu bakımdan çocuklarımızı, gençlerimizi ahlaklı yetiştirmek, millet olarak başta gelen vazifelerimizden biridir.


Devlet memurlarının vazifelerini yaparken, vazife yaptığı kişilerden hediye almaları da doğru değildir. Hazret-i Ömer, devlet başkanı iken, hanımı ile bir köye gider. Köylü kadınlar hanımına çeşitli hediye verirler. Eve geldikleri zaman, Hazret-i Ömer, hanımına, (Bunları nereden aldın?) diye sorar. Hanımı da, (Köylü kadınlar hediye etti) der.


Hazret-i Ömer, (Ben halife olmasaydım, sana bu hediyeler verilmezdi. Ben halife değilken sana niçin hediye vermiyorlardı) diyerek, verilen hediyeleri beyt-ül-mala verir.


Rüşvet, haksız kazanç yollarından biridir. Bütün dinlerde günahtır. Devletlerin ceza kanunlarında, devlet idaresine karşı işlenen bir amme [kamu] suçu kabul edilmiştir.


Rüşvetin yaygınlaşması kıyamet alametlerindendir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Öyle bir zaman gelecek, rüşvet, hediye adı altında alınıp verilecek, ibret olsun diye, gözdağı vermek için suçsuz kimseler öldürülecektir.) [İ.Gazali]


Rüşvet almak büyük günahtır. Fakat malını, canını, hakkını ve namusunu kurtarmak için istemeyerek rüşvet vermek caizdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Dinini ve namusunu malı ile koruyabilen bunu yapsın.) [Hakim]


(Kişi, şerefini ne ile korursa, o sadaka olur.) [Ebu Ya’la]


Sual: Zengin olmak, dinini ve şerefini korumak için para vermek günah mıdır?

CEVAP

İslam âlimleri (Ahir zamanda para, insanın silahıdır. İnsan canını, sağlığını, dinini ve şerefini para ile korur) buyurmuştur. Hadis-i şerifte de, (Ahir zamanda zenginlik saadettir) buyuruldu. Dinini ve şerefini korumak için para vermek günah değil, aksine sevaptır. Hadis-i şeriflerde, (Şerefinizi mal ile koruyun!) ve (Kişinin, şerefini korumak için verdiği şey, kendisi için sadaka olur) buyuruldu. Her türlü tedbire rağmen, zengin olamayan da, haline şükretmeli, fakirliğe sabretmelidir.


Mal ne kadar çok olursa hesabı vardır, haramdan kazanılmışsa azabı vardır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(O gün, size verilen her nimetten sorguya çekileceksiniz.) [Tekasür 8]


Eldeki mal ile de gururlanmak doğru değildir. Mal er geç bir gün yok olacak, fakat hesabı kalacaktır. Atalarımız demiş ki:

Boşuna gururlanma, deme var mı ben gibi!
Tersten bir rüzgâr eser, savurur harman gibi.


Rüşvet haramdır

Sual: S. Ebediyye’de (Hac için ayak bastı parası, vergi, rüşvet vermek caiz) dendiği için dil uzatılıyor. İşin aslı nedir?

CEVAP

S. Ebediyye’nin büyük kısmı İbni Âbidin hazretlerinin (Redd-ül muhtar) kitabından alınmıştır. Bu kısım da o kitaptan alınmıştır. S. Ebediyye’de şöyle deniyor:
İbni Âbidin, beşinci cilt, ikiyüzyetmişikinci sayfada buyuruyor ki:
(Rüşvet olarak istenip alınan mal, insanın mülkü olmaz. Veren, geri isteyebilir. İstemeden verdi ise, geri isteyemez. Fakat alanın geri vermesi vacib olur. Bir âlime, kendine şefaat etmesi veya zulümden kurtarması için, önceden verilen şey rüşvet olur. Fakat sonra verilen hediyesini alması caiz olur. Önceden istemesi haramdır. Önceden verilen hediyeyi alması caizdir, denildi. Hocanın talebesinden hediye alması da caiz denildi. Dinine, malına, canına zarar gelmesinden korkan kimsenin rüşvet vermesi caizdir. Dinini, malını ve canını, zâlimlerin zulmünden korumak için ve hakkını kurtarmak için bir şey vermek rüşvet olmaz. Alana günah olur.)


Dördüncü cilt, üçyüzüncü sayfada hakimin rüşvet alması haram olduğunu anlatırken buyuruluyor ki:

Müftü, hakim, vali olmak için rüşvet vermek ve birinin, haklı dahi olsa, memura, hakime rüşvet vermesi ve bunların almaları haramdır. Çünkü zaten vacib olan şeyi yapmak için bir şey almak caiz değildir. Bu işleri yaptıktan sonra, istemeden verilen hediye, rüşvet olmaz. Memurların zulmünden kurtulmak veya hakkını almak, malını, canını, dinini, ırzını korumak için memura veya aracıya vermek caizdir. Bunların alması haramdır. Zulüm yapılması için vermek ve almak haramdır.


Meryem anayı ziyaret için Kudüs’e gelenlerden ve turistlerden ayakbastı parası veya başka isimlerle bir şey almak caiz olmaz. Müslüman hacıdan ayakbastı parası almak da haramdır. (Kira ücret bahsi)


Bütün İslam âleminden gelen milyonlarca hacının her birinden yüzlerce lira rüşvet almaktan haya etmiyorlar. Din kardeşi, yüzlerce lira vermezse, buna hac farizasını yaptırmıyorlar. Halbuki Osmanlıların Redd-ül-muhtar kitabında, Kudüs’ü ziyarete gelen Hıristiyanlardan ayakbastı parası almak haramdır diyor. Osmanlılar, kâfirden bile ayakbastı parası almazdı. Vehhabiler ise, Müslümandan istiyor. Vermezse, ibadete mani oluyor. (Faideli Bilgiler kitabı)


Farzları yapabilmek ve haramlardan kurtulabilmek için verilen mal da rüşvet olmaz. Bunları almak günah olur. (Helal haram ve şüpheli şeyler bahsi)


Hac için ayak bastı parası, vergi, rüşvet vermek caizdir. Malını, canını, hakkını kurtarmak için rüşvet vermek, her zaman caizdir. Rüşvet istemek günah olur. (Hac bahsi)


Bu ifadelerden açıkça anlaşılabileceği gibi, rüşvetin haramlığı açıkça bildiriliyor. Hac ibadetini kurtarmak için, rüşvet vermenin caiz olduğu açıklanıyor. S. Ebediyye’ye İbni Âbidin’den alınan bilgilerden dolayı dil uzatmak, cahillikten veya art niyetten başka bir şey değildir.



Güzel Kurani kerimimizde geçen hırsız-hırsızlık ile ilgili ayetler. Kuranda geçen hırsız-hırsızlık ile ilgili ayetler tarafmizca seçilip otomatik listelenmekte.


Kuran’da hırsız-hırsızlık ile alakalı tahmini 6 ayet geçiyor
5:38 -Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'dan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.

12:70 -Sonra onların bütün hazırlıklarını görünce, su kabını kardeşinin yükünün içine koydu. Sonra bir tellal şöyle bağırdı: "Hey kervan! Siz hırsızsınız, hırsız!"

12:73 -"Allah'a yemin ederiz ki," dediler, "Muhakkak siz de anlamışsınızdır ya, biz buraya fesat çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz."

12:77 -Dediler ki: "Eğer o çalmışsa, daha önce bunun kardeşi de çalmıştı". O vakit Yusuf bunu içine attı, onlara hiç belli etmeden: "Siz çok fena bir mevkidesiniz, ne sıfat verdiğinizi Allah çok iyi biliyor" dedi.

12:81 -"Siz dönün de babanıza deyin ki: Ey babamız! İnan ki, oğlun hırsızlık yaptı. Biz ancak bildiğimize şahitlik ediyoruz. Yoksa gaybın bekçileri değiliz."

60:12 -Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana bey'at ederlerse onların bey'atlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

"Hırsızlık yapan, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim."
(Buharî, Hudüd 12; Müslim, Hudüd 8,9).


SİRKAT (HIRSIZLIK) HADDİ
Sirkat haddi Yüce Allah'ın; "Hırsızlık yapan kadın ve erkeğin ellerini kesiniz." *ayetine göre elin kesilmesidir.
Buhari Aişe (r.anha)'den şunu rivayet etmektedir:
"(Hırsızın) eli, çeyrek dinar ve daha fazlası (değere sahip mallar) için kesilir. " *

Yine Nebi (sav)'den rivayet edilen bir başka hadis ise şöyledir:
"Sizden öncekiler, aralarında şerefli ve itibarlı biri hırsızlık yaptığı zaman onu bıraktıkları, zayıf biri hırsızlık yaptığında ise elini kestikleri için helak oldular." *

Aişe (r.anha) rivayet ediyor:
"Nebi (sav) hırsızlık yapan bir kadının elini kesti. Aişe der ki: Daha sonra bu kadın, Rasulullah (sav)'e gelerek ihtiyacını söyledi, tevbe etti ve tevbesini en güzel bir şekilde yaptı." *

Sirkat (hırsızlık), malı sahibinden ya da naibinden gizlemek suretiyle almaktır. Bunun bir takım şartları vardır. Bunlar; el kesmeyi gerektirecek nisaba ulaşmış olması, malı saklandığı yerden çıkartmış olması ve bu malın şüpheli bir mal olmaması. Malın gece veya gündüzün alınmış olması, hırsızlık yaptığı yere sökerek ya da bir başka şekilde girmiş olması, yerin oturmak için kullanılması ya da genel bir mekan olması, etrafı bir şeyle çevrilerek gizlenmiş ya da açıkta olması, beraberinde silah taşıması ya da taşımaması durumu değiştirmez. Herhangi bir malın gizli bir şekilde alınması hırsızlık sayılır. Fakat sahih nasslardan gelmesi koşulu ile şeriatın belirlediği şartlara haiz olmadıkça hırsızın eli kesilmez. Bu nedenledir ki yedi şartı gerçekleştirmedikçe el kesilmez. Bunlar şunlardır:

1- Malın alınması hırsızlığın tarifine uygun olmalıdır. Hırsızlığın anlamı ise malın, gizlice ve saklamak suretiyle alınmasıdır. Gasp ederse, mal sahibinin gafletinden faydalanarak malı alıp kaçması, yağmalaması ya da ihanet etmesi hırsızlık sayılmaz ve eli kesilmesi gerekmez.
Ebu Davud, Cabir (ra) aracılığı ile Nebi (sav)'den şu hadisi rivayet eder:

"Haine, müntehibe ve muhtelise el kesme cezası uygulanmaz." *
Yine ödünç olarak aldığı bir mala el koyan bir kimsenin eli kesilmez. Çünkü bu kişinin durumu hırsızın durumuna benzemez. Hainin de eli kesilmez. Zira Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır: "Haine ve muhtelise * el kesme cezası yoktur." İhtilas, gasbetmenin ve yağmalamanın bir türüdür. Mal sahibinin gafletinden faydalanarak malı zimmetine geçiren kimse başlangıçta bu durumunu gizliyordur. Dolayısıyla muhtelis, ödünç olarak aldığı bir mala el koyan hainden farklıdır. Hakkında var olan nassa istinaden hainin eli kesilir. Yankesicinin de eli kesilir. Çünkü gizliden gizliye malı alan yankesicinin durumu hırsızın tarifine uymaktadır.

2- Çalınan mal belli bir nisaba sahip olmalıdır. Bazı kimseler ayetin genelliğine dayanarak çalınan mal az da olsa çok ta olsa hırsızlık yapan bir kimsenin elinin kesileceğini söylemektedirler. Çünkü "hırsızlık yapan erkek ve kadın" kelimeleri cins isim olup elif lam takısı alan genel lafızlardandır, hırsızlık yapan herkesi kapsamına alır.

Ebu Hüreyre Nebi (sav)'den şu hadisi rivayet etmektedir:
"Allah, hırsızlık yapan kimseye lanet etsin. İp çalıp ta eli kesilene, yumurta çaldığı için eli kesilene lanet etsin." *

Hadiste yer alan yumurta çeyrek dinar değerinde dahi olmayan bir maldır. Hadisin siyakına bakıldığı zaman bizzat yumurtaya değil azlığa delalet ettiği görülür. Yani hadis, çaldığı şeyin değeri ne olursa olsun hırsızın eli kesilir anlamına gelmektedir. Ancak diğer taraftan nisab miktarının şart olduğunu ortaya koyan deliller de vardır.

Aişe (r.anha)'den:
"Rasulullah (sav) çeyrek dinar ve daha fazlası (değere sahip mallar) için hırsızın elini keserdi."

Bir rivayette Nebi (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Hırsızın eli, ancak çeyrek dinar ve daha fazlası (değere sahip mallar) için kesilir."

Bir başka rivayet ise şöyledir:
"Çeyrek dinar için el kesiniz. Bundan daha aşağısı için el kesmeyiniz."
Bu rivayetlerin tümü hırsızlık cezasında belli bir nisabın bulunması gerektiği hususunda açık delillerdir. Zina ayetinin recm ile tahsis edilmesi gibi bu delillerle de hırsızlık ayetinin genelliği tahsis edilmektedir. Ebu Hüreyre hadisi ise her iki grup hadisi bir araya toplamaktadır. Yumurta hadisinin rivayetinde el-Ameş şöyle der:

"Buradaki yumurtadan maksadın demir topağı olduğu bazı iplerin de birkaç dirhem ettiği kanaatinde idiler."

Müminlerin emiri Ali (ra)'den rivayet ediliyor: "Ali (ra) çeyrek dinar değerinde demirden bir yumurta çalan hırsızın elini kesti." Üstelik bu, azlığa delalet etmez. Tam tersine sınırlı bir azlığa delalet eder. Bu azlık ise ip ve yumurta ile temsil edilmiştir. Öyleyse el kesme cezasının uygulanmasında nisab şarttır. Nisap miktarına ulaşmayan hırsızlıklar için el kesme cezası uygulanmaz.

El kesme cezasının nisabı ise çeyrek dinar altındır. Bu ise 1,0625 gram altına eşdeğerdir. Çünkü şer’î altın dinar 4,25 gram altın eder.

Çeyrek dinar altının hırsızlığa ait nisab olduğunun delili Aişe (ra)'den rivayet edilen şu hadistir:
Rasulullah (sav) çeyrek dinar ve daha fazlası için hırsızın elini kesiyordu."

Buhari'nin Hişam'dan onun da babasından rivayet ettiği hadis ise şöyledir:
"Aişe bana, Rasulullah (sav) zamanında bir kalkan fiyatından daha aşağı değerdeki hırsızlıklar için el kesilmediğini bildirdi."

Yine Buhari'nin Nafi'den onun da Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiği bir hadis ise şöyledir:
"Rasulullah (sav) üç dirhem değerindeki bir kalkan çalan hırsızın elini kesti."

Hırsızlığın nisabı ancak altın ile ölçülür. Zira Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Bir kalkan değerinden daha aşağıdaki bir malı çalan hırsızın eli kesilmez. Bunun üzerine Aişe'ye kalkanın değerinin ne olduğu sorulunca, Üç çeyrek dinardır diye cevap verdi."

Nisabın ölçüsü altındır. Dolayısıyla nassa bağlı kalınarak altına göre ölçülmesi gerekir. Nisab miktarının tesbitinde altın esas alınmak suretiyle gümüşle de değerlendirme yapılabilir. Rasulullah (sav) zamanında gümüşle takdir yapılıyordu. Hırsızlığın nisabında altın esas alınmak şartıyla günümüzdeki kağıt paralarla da takdir yapılabilir. Rasulullah (sav) zamanında çeyrek dinarın üç dirheme eşit olduğunu belirten hadisler rivâyet edilmektedir. Rasulullah (sav) zamanında bir dirhem 2,975 gram gümüş etmektedir. Bir altın dinar ise Rasulullah (sav) zamanında yaklaşık olarak 12 dirhem gümüşe eşdeğerdir. Günümüzde ise bir dinar altının değeri 60 dirhem gümüşün üstündedir. Bu nedenledir ki günümüzde çeyrek dinar altın 15 dirhem gümüşten daha fazla bir değere sahiptir. Bir rivayette şöyle geçmektedir:

"O dönemde çeyrek dinar üç dirhem etmekteydi"
Ahmed b. Hanbel'in rivayeti ise şöyledir:
"O dönemde çeyrek dinar üç dirhem etmekteydi."

İbnü'l Münzir'den: "Osman'a, bir tür limon ağacı çalan bir hırsız getirildi. Bir dinar, 12 dirhem üzerinden hesaplanarak çaldığı şeyin 3 dirhem değerinde olduğu görülünce eli kesildi." Bu rivayetlerin hepsi çeyrek dinarın değerini göstermektedir. Dolayısıyla çalınan mal bu esasa göre değerlendirilmek suretiyle nisab, gümüş veya kağıt paralarla da tespit edilebilir.

3- Çalınan şey Şari'nin mülk edinilmesine izin verdiği bir mal olmalıdır. Mal sayılmayan yani Şari’nin mülk edinilmesine izin vermediği bir şeyi çalarsa eli kesilmez. Şayet hür bir kimseyi çalarsa eli kesilmez, çünkü çaldığı, mal sayılmaz. Eğer Şari'nin haram kıldığı yanı mülk edinilmesine izin vermediği bir malı çalarsa eli kesilmez. Bu nedenledir ki Müslümandan çalınan içki ve domuz için el kesilmez. Çünkü bunların değeri, Şari’nin mülk edinilmesine izin verdiği bir mal değildir. Ancak bunları Müslüman olmayan birisinden çalarsa eli kesilir. Çünkü Şari, Müslüman olmayanların bunları mülk edinmelerine izin vermiştir. Müslüman olmayanlar açısından içki ve domuz, Şari’nin mülk edinilmesine izin verdiği bir maldır. Aynı şekilde nisab miktarını doldurduğu takdirde içki kabının çalınması durumunda da el kesilir. Değeri nisab miktarına ulaşması durumunda çalınan bir Mushaf ya da ilim kitaplarından dolayı da el kesilir.

4- Mal, saklandığı, koruma altına alındığı bir yerden çıkarılmış olmalıdır. Hırsız, açık bir kapı bulursa ya da yırtılmış, parçalanmış bir muhafazadan çalarsa eli kesilmez. Zira Ebu Davud'un Amr b. Şuayb'dan onun babasından onun da dedesinden rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:

"Müzeyne kabilesinden bir adamın Rasulullah (sav)'e (harise) meradan çalınan bir koyun hakkında sorduğunu işittim. Dedi ki: Değerini iki katıyla öder, ayrıca ceza olarak dayak yer. Şayet koyun ağıldan alınmış ve değeri de bir kalkan değerinde ise eli kesilir."

Hadiste yer alan kelimesi merada çoban tarafından otlatılan hayvanlar anlamına gelmektedir. Amr b. Şuayb'dan onun babasından onun da dedesinden rivayet ettiği bir hadiste Müzeyne kabilesinden bir adamın Rasulullah (sav)'e meyveler hakkında sorduğu bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:

"Yenlerinin dışında taşıdıklarının değerini iki misliyle öder. Saklandığı yerden alırsa ve değeri de kalkan değerine ulaşırsa eli kesilir."

Nesei ve Ebu Davud'un Amr b. Şuayb'dan onun da babasından ve dedesinden rivayet ettiği bir hadis şöyledir:

"Rasulullah (sav)'e dalındaki meyve hakkında sorulduğunda şöyle dedi: İhtiyaç sahibi olmak kaydıyla eteğine almaksızın sadece yiyene bir şey gerekmez. Kim ağaçtan beraberinde meyve götürürse aldığının bedelini iki katıyla borçlanır ve ayrıca ceza çeker. Kim de kurutma yerine getirilmiş meyveden bir şey çalarsa ve çaldığının bedeli bir kalkanın değerine ulaşırsa elinin kesilmesi gerekir."

Bu hadislerin tamamı el kesme cezasının uygulanmasında çalınan malın "koruma altına alınan bir yerden" alınmış olmasının şart olduğunu göstermektedir. Yayılım halindeki hayvanlar meradan çalındığı takdirde el kesilmez. Çünkü koruma altına alınan bir yerden çalınmış değildir. Ahır, ağıl ya da bunlar gibi koruma altına alınan yerlerden birinden alınması durumunda el kesilmesi gerekir. Meyve dalından alındığı takdirde el kesilmez. Ancak saklandığı bir yerden alınırsa -ki burası "cerin" (muhafaza altına alınan bir yer hükmündedir)- el kesilmesi gerekir. Hırsızlıkla ilgili her şey böyledir. Yani çalınan bir mal muhafaza altına alınan bir yerin dışından alınmışsa el kesilmez. Muhafaza altına alınan bir yerden çalınır ve değeri de çeyrek dinar altın olursa el kesilir.

"Hırz"ın (muhafaza altında bulunmanın) ne olduğu hususunda, ne sözlük anlamına ne de şer’î nasslara değil insanların ıstılahına yani anlayışına müracaat edilir. Çünkü bu, bir vakıanın nitelenmesi ve bu vakıayı isimlendirmek üzere kullanılan bir terimdir. Dolayısıyla bu hususta delile müracaat edilmez, insanların bu konu hakkındaki ıstılahına müracaat etmek gerekir. Diğer bir ifadeyle hırz, insanların bir malı koruma altına almak için kullandıkları terimdir. Bu nedenledir ki malların türlerinin ve beldelerin değişimiyle değişiklik gösterir. Nakitlerin korunduğu yer hayvanların, elbiselerin veya diğer eşyaların korunduğu yerden farklıdır. Buna göre el kesme cezasının uygulanabilmesi için malın saklandığı yerden çıkarılması şarttır. Saklandığı yerden çıkarılmazsa el kesilmesi gerekmez. Bu kuraldan yalnızca ödünç olarak verilen mallar istisna edilmiştir. Ödünç olarak verilen bir mala ihanet ettiği zaman el kesilir. Zira Üsame'nin şafaatçılık etmek istediği ve bunun üzerine de Rasulullah (sav)'in kızım Fatıma hırsızlık etse onun da elini keserdim dediği ve had uyguladığı Mahzumlu kadının durumu bu idi. Zira bu kadın ödünç bir şey alıyor sonra da aldığını inkar ediyordu. Ödünç olarak ya da emaneten aldığı şeye ihanet ettiği için Rasulullah (sav) elini kesmiştir. Bu nedenledir ki ödünç olarak alınan bir mala ihanet etmek hadisin nassı ile koruma altına alma kuralından istisna edilmiştir.

Aişe (r.anha)'den. Dedi ki:

"Mahzum kabilesinden bir kadın insanlardan ödünç mal aldı sonra da onu kendi mülkiyetine geçirerek inkar etti. Durum Nebi (sav)’e bildirilince elinin kesilmesini emretti. Bunun üzerine kadının akrabaları Üsame b. Zeyd'e gelerek şefaatçılık yapması için konuştular. Üsame bu konuda Nebi (sav) ile konuşunca Allah Rasülü (sav): Ey Üsame, Allah'ın hadlerinden birisi hakkında şefaatçılık yapmanı uygun görmüyorum dedi sonra ayağı kalktı ve şu konuşmayı yaptı: Sizden öncekileri helak eden şey şudur. İçlerinden şerefli birisi hırsızlık ettiği zaman onu (cezalandırmayıp) serbest bırakırlardı. Ancak aralarında güçsüz, kimsesiz bir kimse hırsızlık yaptığı zaman ise hemen elini keserlerdi. Canımı elinde bulundurana yemin olsun ki Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsa mutlaka onun da elini keserdim, dedi ve Mahzumlu kadının elini kesti."

5- Çalınan mal üzerinde hakkı olması veya malı almaya hakkı olması türünden şüpheler çalınan maldan yok olmalıdır. Buna göre bir kimse babasının ya da oğlunun malından veya ortak olduğu bir maldan çalarsa eli kesilmez. Zira Nebi (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Sen ve malın babana aittir."

Bir başka hadiste ise şöyle buyurulmaktadır:
"Kişinin yediğinin en güzeli kendi kazancından ve çocuğunun kazancından yediğidir."

Aynı şekilde beytülmaldan çalan hırsızın da eli kesilmez. İbni Mace isnadı İbni Abbas'a dayanan bir rivayete göre ganimet malları içinde yer alan bir köle ganimet malından çalmıştı. Durum Rasulullah (sav)'e bildirilince şöyle dedi:
"Allah'ın malını birbirinden çalmıştır."

İbni Mesud, beytülmaldan çalan bir kişiye ne yapılması gerektiği hususunda Ömer (ra)'e sorduğunda Ömer şöyle dedi: "Onun elini kesme. Çünkü beytülmalda hakkı olmayan hiçbir kimse yoktur." Şa'bi'nin Ali (ra)'den rivâyatine göre şöyle demiştir: "Beytülmaldan çalan kimsenin eli kesilmez." Genel mülkiyet içerisinde yer alan malların durumu da beytülmal gibidir. İster petrol gibi genel mülkiyete ait bir malın kendisi olsun isterse genel mülkiyetten sayılan elektrik ve su gibi hima (koruma altına alınan) bir mal olsun, çaldığı malda hakkı olduğu yönünde şüphe olduğu için el kesilmez. Fakat şüphenin var olması nedeniyle tazir cezası ile cezalandırılır. Zira bunlar beytülmala ait mallar gibidir. Aynı şekilde birbirlerinin mallarından çaldıkları takdirde karı-kocanın elleri de kesilmez. Çünkü bunların her biri diğerinin gıyabında harcama yapmaktadırlar. Bu şüphe nedeniyle el kesilmez. Özetle, alınmasında şüphe bulunan her bir malın çalınması durumunda el kesilmez. Zira şüpheler hadleri ortadan kaldırır.

6- Hırsız; akıllı, buluğa ermiş ve İslâm hükümlerini iltizam etmiş yani uygulanmasını kabul etmiş zimmi veya Müslüman bir kimse olmalıdır. Hırsız çocuk veya deli ise el kesilmez. Çünkü Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır:

"Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, buluğa erinceye kadar çocuktan ve akıl sahibi oluncaya kadar deliden."

Bu kişilerden kalemin kaldırılmış olması bunların mükellef olmadıkları anlamına gelmektedir.

7- Hırsızlığın ikrar veya adil bir beyyine ile sabit olması gerekir. Ancak ıkrar vasıfla bir arada bulunmalıdır. Yani hırsız çaldığı şeyin niteliğini de ortaya koymalıdır. Zira hırsız el kesmeyi gerektirmeyen bir malı çalmış olabilir. Ancak kendisi elinin kesilmesi gerektiğini zannedebilir. Ahmed Ebu Ümeyye el-Mahzumi'den şunu rivayet etmektedir:

"Rasulullah (sav)'e hırsızlığını itiraf eden bir kimse getirildi. Ancak çaldığı mal beraberinde bulunamadı. Bunun üzerine Allah Rasülü (sav) şöyle dedi: Senin çaldığını zannetmiyorum. Hırsız: Hayır, çaldım diye ısrar etti ve bunu iki veya üç kere tekrarladı. Allah Rasülü (sav) de elini kesmelerini söyledi."

Bu olayda Allah Rasülü (sav) adamın çaldığı malın el kesmeyi gerektirecek bir mal olup olmadığını tespit etmek istemiş ve bu amaçla da senin çaldığını zannetmiyorum demiştir. Hırsız birkaç defa aynı şeyi tekrarlayınca elinin kesilmesini emretmiştir. Her ne kadar her ikrarda olduğu gibi bir defalık ikrar yeterli olsa da, hakimin, önünde suçunu ikrar eden kimseden haddi düşürmek amacıyla hatırlatmada bulunması ve suçun ispatında mübalağaya gitmesi menduptur. Yukarıdaki rivayette olduğu gibi ikrarın tekrarlanmasından maksat suçu tespit etmektir. İkrarı tekrarlatmak şart değildir. Beyyinede ise ceza beyyinelerinde olduğu gibi şu hususların bulunması şarttır.



a- Adalet sahibi iki erkeğin veya ikisi kadın bir erkeğin bulunması,
b- Çalınan mal ortada yoksa hırsızlığın vasfını net bir şekilde ortaya koymaları, çalınan mal
ortada ise çalınan malı işaret etmeleri,

c- Birbirleri ile çelişkiye düşecek şekilde ihtilaflı bir şahitlikte bulunmamaları gereklidir. Şahitlerden biri perşembe günü diğeri de cuma günü çaldığını söylerse veya birisi otomobil diğeri de motosiklet çaldığını söylerlerse, şahitlikte aranan nisabın tamamlanmamış olması nedeniyle el kesilmez.

Hırsızlıktan dolayı el kesme cezasının uygulanmasında aranan şartlar bunlardır. Hırsızlık olayında bu şartlar bulunduğu takdirde hırsızın eli kesilir. Ancak hırsızın elinin kesilmesiyle yetinilmeyip çalınan mal da sahibine iade edilir. Ebu Davud'un Hasan b. Semure'den yaptığı rivayete göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır:

"Kişi çalınan malının aynısını bir adamın yanında bulursa onu almaya hak sahibidir. Satılanı satandan geri alır."

Bu kural hırsız, gasbeden, muhtelis ve hain için de geçerlidir. Ahmed'in Hasan'dan ve Semre'den tahric ettiği bir hadiste Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır:

"Bir adamın malı çalınır veya kaybolur sonra da malını aynıyla bir başka adamın yanında bulursa onu almaya hak sahibidir. Müşteri ise bedelini almak üzere satıcıya müracaat eder."

Bu hadis, çalınan malın sahibine iade edileceğine delalet eden nasstır. Şayet çalınan mal telef olur veya tüketilirse değerinin mal sahibine ödenmesi gerekir. Şayet ayn (malın kendisi), yerde elbisenin güvelenmesi, otomobilin paslanması gibi kullanılmaksızın durduğu yerde kayba uğrarsa tazminat alınması gerekir. Noksanlığın, malın kullanılmasından kaynaklanması durumunda da hüküm aynıdır. Şayet ayn, uçak veya deve gibi fayda sağlayan, getirisi olan bir şey ise, mal sahibi hırsızın elinde kaldığı süre için malının sağlayacağı faydayı talep eder. Çalan kişinin çaldığı maldan herhangi bir fayda elde edip etmemesi durumu değiştirmez.


El Kesilmeyecek Durumlar


El kesmemeye delalet eden birtakım hadislerin varlığı nedeniyle bazı durumlarda el kesilmez. Çünkü bu durumlar el kesmeyi gerektiren şartlar kapsamına girmemektedir. Rafi b. Hadic (ra)'den: Rasulullah (sav) şöyle dedi: "Semerde ve keser(hurma özün)de el kesme yoktur."

Semer diye ağaçta asılı bulunan meyveye denir. Keser ise bir başka toprağa ekilmek üzere çalınan hurma ağacının içinden çıkan dalı beyaz olan kısma denir. Hurma ağacının ortasından çıkan yağa da keser denir. Hasen (ra)'den: Rasulullah (sav) şöyle dedi: "Yenmek üzere hazırlanmış yiyecek için el kesme yoktur." Burada ev halkının yemesi için hazırlanmış olan yemek ile, satılmak üzere lokanta sahibi tarafından hazırlanan yemekler arasında fark yoktur. Hadisin nassı insanların yemeleri için hazırlanmış olan her yemeğe uygundur. Ancak henüz tane halinde olan veya buğday başağı gibi başak halinde bulunan yiyecekler yenmek üzere hazırlanmış şeyler sayılmaz. İster hasat edilmiş olsun isterse hasat edilmemiş olsun henüz koruma altına alınmamış tarladaki buğdayın çalınması durumunda el kesilmez. Fakat ambar gibi koruma altına alınmış bir yerden çalınırsa el kesilir. Zira Nebi (sav)'e dağda otlamayan henüz ağıla girmemiş koyun hakkındaki bir soruya şöyle cevap vermiştir:

"Ey Allah’ın Rasülü. Meradan çalınan koyun hakkında ne dersin? Dedi ki: Meradan çalınan koyun için el kesme yoktur. Ağılda ve kalkan değerinde ise el kesilir. Kalkan değerinde değilse bir mislini ödemeye zorlanır, ceza olarak da dayak yer."

Amr b. Şuayb Hadisi ise şöyledir:
"Ey Allah Rasülü dalında asılı bulunan meyve ceplere doldurulursa ne olur? Dedi ki: Kim eteğine almaksızın sadece yer ise bir şey gerekmez. Kim de beraberinde bir şey alırsa hem aldığını iki misli ödemesi hem de ceza gerekir. Saklandığı yerden alınmışsa ve alınanın bedeli kalkan değerinde ise el kesilir."

Bu hadislerin tümü bahçelerden ve tarladan çalınması veya dağda yayılan hayvanların alınması durumunda el kesilmeyeceğine işaret etmektedir.

Kıtlık zamanlarında yapılan hırsızlıklar için de el kesme yoktur. Mekhul (ra) Rasulullah (sav)'den şunu rivayet etmektedir: "Açlığa mahkum olunması durumunda kesmek yoktur." Hasen bir adamdan şunu zikreder: "Birbirine sarılmış ve aralarında et olan iki adam gördüm ve onlarla birlikte Ömer (ra)'e gittim. Etin sahibi şöyle dedi: Benim uşara (on aylık gebe olan ve doğumu yakın olan) devem vardı. Baharı bekler gibi onu bekliyordum. Şu iki adam onu boğazlar halde buldum. Ömer (ra) şöyle dedi: Senin devenin yerine iki tane etine buduna dolgun on aylık gebe deven olmasına razı olmaz mısın? Biz hurma salkımından dolayı ve açlık zamanında el kesmeyiz." Bu olay kıtlığın yaşandığı bir dönemde cereyan etmişti. Uşara diye on aylık gebe olan ve doğumu yaklaşan deveye derler. Bu deve sahipleri, nezdinde çok kıymetlidir. Sütünün bolluğundan ve verimliliğinden faydalanmak için baharı bekler gibi beklerlerdi. Yiyecek bir şey bulamayan aç bir kimsenin durumu da böyledir. Aç olan bir kimse karnını doyurmak ve açlığını gidermek için bir şey çalarsa eli kesilmez. Çünkü onun durumu Rasulullah (sav)'in şu hadisine uymaktadır: "Açlığa mahkum olunması durumunda kesmek yoktur."

Bu açıklamalara göre bir başka toprağa ekilmek üzere alınan hurma özü ve tüm hurma fidelerinden, hurma ağacının ortasından çıkan yağ için, Rasulullah (sav)'in: "Semerde ve keser(hurma özün)de el kesme yoktur." * hadisine istinaden el kesilmez. Hadiste yer alan "keser" herhangi bir şeyle kayıtlanmamıştır. Dolayısıyla mutlak surette el kesilmez. Bunlar ister saklandıkları yerden alınsınlar isterse bir başka yerden alınmış olsunlar el kesilmez. Yine hazır olan yemeği kayıtlayan herhangi bir şey olmadığı için ister saklandığı yerden çalınmış olsun isterse bir başka yerden alınmış olsun el kesilmez. Çünkü hadis aynen şöyledir: "Yenmek üzere hazırlanmış yiyecek için el kesme yoktur." Ancak ağaçta asılı bulunan meyve, buğday ve benzerleri saklandığı yerin dışında bir yerden alındığında el kesilmez, fakat koruma altına alınan bir yerden çalınmışsa Rasulullah (sav)'in; "Saklandığı yerden alınmışsa el kesilir" * hadisi gereğince el kesilir.

Kesilecek Miktar
Yüce Allah'ın; "Hırsızlık yapan kadın ve erkeğin ellerini kesiniz" * ayeti, el kesme cezasının nassıdır. Ayette yer alan "ellerini" ifadesindeki el kelimesinin tefsirinde sözlüğe müracaat etmek gerekir. El kelimesi sözlükte avuç içi, parmaklar ve avuç içinin sonuna yani bileğe kadar olan kısım için kullanılır. Beraberinde karine olmaksızın bunun dışında bir başka anlamda kullanılmaz. Bu nedenledir ki abdest ayetinde "ellerinizi dirseklerinize kadar" * ifadesi ile ellerin dirseklere kadar yıkanması gerektiği açıklanmıştır. Şayet ayette dirseklere kadar kelimesi yer almamış olsaydı elleri bileklere kadar yıkamak gerekirdi. Diğer bir ifade ile ellerin yıkanmasından yalnızca sözlük manası anlaşılırdı. Buna göre hırsızın eli avuç mafsalından kesilir ki burası da bilektir. Ebu Bekir ve Ömer (r.anhüma)'in şöyle dedikleri rivayet edilir: "Bir kimse hırsızlık yaptığı zaman sağ bilekten kesiniz." Onların bu sözüne sahabeler muhalefet etmemişlerdir. Ayette yer alan "ellerini" kelimesi el için kullanılmıştır. Ayette belirleme olmadığından aralarında herhangi bir fark olmaksızın sağ elin ve sol elin kesilmesinin de caiz olduğuna delalet etmektedir. Ancak İbni Mesud'un kıraatına göre bu ayet: sağlarını (ellerini) kesiniz" şeklinde okunmaktadır. Diğer taraftan ise Ebu Bekir ve Ömer (r.anhüma)'in de: "Sağ ellerini kesiniz" dedikleri sabittir. Dolayısıyla kesme sağ eli bileğe kadar olan kısımdan yapılır. Yani avucun son kısmından parmakların sonuna kadar olan kısım kesilir. Bu kısım ise bilek ile avuç arasında kalan kemiklerdir. Herhangi bir karine bulunmadığı zaman el lafzı sözlükte bu kısım için kullanılmaktadır.

Hırsızın eli kesildiği zaman dağlanır. Ebu Hüreyre'den gelen rivayet şöyledir: "Rasulullah (sav)'e pelerin çalmış olan bir hırsız getirildi. Dediler ki: Ey Allah Rasülü: Bu adam hırsızlık yaptı. Rasulullah (sav): Onun çaldığını sanmıyorum? deyince, hırsız: Evet, Ey Allah Rasülü ben çaldım dedi. Bunun üzerine Rasulullah (sav): Onu götürünüz elini kesiniz sonra da dağlayınız, buyurdu." Dağlama iyece kaynamış zeytin yağı ile yapılır. El kesildiği zaman elin kesilen kısmı, kanın akıp gitmesini engellemek için kaynamış zeytin yağına daldırılır. Zira kanın akması hırsızın ölmesine neden olur. Dağlama, yalnızca dağlama olduğu için değil, hırsızın helak olmaması illetine binaen vaciptir. Bu nedenledir ki kanın akmasını engellemek üzere dağlamanın yerini tutacak değişik tıbbi yöntemlerin kullanılması da caizdir.

Hırsızın eli mümkün olan en kolay bir şekilde kesilir. Zira hırsızı cezalandırmaktan kasıt onu öldürmek ya da işkence yapmak değildir. Eli kesilmesi gerektiği zaman kesilecek eli yoksa, herhangi bir afette elini kaybetmişse veya bir saldırganın saldırısına uğramışsa el kesme cezası düşer ve ona bir şey yapmak gerekmez. Zira yüce Allah (cc) elin kesilmesini emretmiştir. Ortada kesilecek el yoksa ceza da düşer ve bir başka şey gerekmez. Bu nassın dışında eli kesmeye delalet edecek bir başka nass yoktur. Bu nass ise yalnızca el kesmeye delalet etmektedir. Hamile olan bir kadının hamileliği devam ettiği ve doğum yaptıktan sonra da nifastan kurtuluncaya kadar eli kesilmez. Çünkü bu halde el kesme cezasının uygulanması hem kendisinin hem de çocuğunun telef olmasına neden olur. Hastalığı süresince hastanın da eli kesilmez ve iyileşmesi beklenir. Elini kesmeden birçok kere hırsızlık yapmışsa yalnızca bir kere eli kesilir. Hırsızın eli kesildiği zaman sonradan tekrar hırsızlık yaparsa eli tekrar kesilmez, ancak hapsedilmesi gerekir. Elinin tekrar kesilmemesinin nedeni ayetin el kesmeye delalet etmesidir ki bu hüküm de uygulanmıştır. Ayetin bir başka şeyin kesilmesine delalet etmemesi belirli bir haddin varlığını gösterir. Hapsedilmesi ise, ikince defa hırsızlık yaptığında ne tür bir had uygulanması gerektiğine dair bir nassın bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda ise tazir cezası uygulanır.

Hırsızlık Haddi Allah (cc)'ın Hakkıdır

Hırsızlık haddi içerisinde, Ademoğluna ait bir hak bulunsa da diğer hadler gibi Allah'a ait bir haktır. Bu nedenle çağrılmadan şahitlik yapan kimsenin şahitliği kabul edilir. Malı çalınanın kişinin talebine gerek olmadığı gibi hak sahibinin hakkından vazgeçmesiyle de düşmez. Üstelik ayet, zina haddini gösteren ayet gibi geneldir. Allah (cc)’ın; "Hırsızlık yapan kadın ve erkeğin ellerini kesiniz" * ayeti gereğince hırsızlık yapan kimsenin elinin kesilmesi sabittir. Bu vucubiyet zina haddinde olduğu gibi talebi gerektirmeksizin uygulanması gerekir. Mahzumlu kadın ile ilgili hadis buna delildir. Bu olayda Rasul (sav) hırsızlık haddinin uygulanması için Üsame'nin şefaatçi olmasına aşırı şekilde kızmış ve şöyle demiştir:

"Sizden öncekileri helak eden şey şudur. İçlerinden şerefli birisi hırsızlık ettiği zaman onu (cezalandırmayıp) serbest bırakırlardı. Ancak aralarında güçsüz, kimsesiz bir kimse hırsızlık yaptığı zaman ise hemen elini keserlerdi. Canımı elinde bulundurana yemin olsun ki Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsa mutlaka onun da elini keserdim."

Yani onların helak olmalarının nedeni hadlerin zayi olmasıdır. Ebu Hüreyre Nebi (sav)'den şu hadisi rivayet etmektedir:

"Yeryüzünde herhangi bir haddin uygulanması yer ehlinin üzerine kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır."

İbni Ömer'den: Nebi (sav) şöyle dedi:

"Kim Allah'ın hadlerinden birinin uygulanmaması hususunda şefaatçi olursa işinde Allah'a karşı gelmiş olur."

Bu delillerin tamamı hadlerin düşmeyeceği hususunda net ifadelerdir. Zira bunlar, Allah'ın hakkı kapsamına girenlerdendir. Bu nedenle davacıya gerek yoktur ve çağrılmadan şahitlik yapan kimsenin şahitliği caizdir.

Ancak burada sorulan bir soru vardır: Dava hakime çıkmadan önce hak sahibinin hakkından vazgeçmesi haddi düşürür mü düşürmez mi? Dava hakime çıkmadan önce affetmekle haddin düşeceğini söyleyenler vardır. Bunlar, Safvan b. Ümeyye'nin rivayet ettiği şu hadisle istidlal etmektedirler:

"Mescitte uyuyordum. Üzerimde hamiysa (hırka) vardı ve çalındı. Sonra hırsızı yakaladılar ve Allah Rasülü (sav)'in huzuruna çıkardılar ve elinin kesilmesini emretti. Bunun üzerine ben dedim ki: Ey Allah Rasülü! hırkanın değeri otuz dirhem değil mi, öyleyse onu ona hibe ediyorum veya ona satıyorum." Rasulullah (sav): "Onu bana getirmeden önce yapsaydın ya?" buyurdu.

Ebu Davud Amr b. Şuayb'dan onun da dedesinden şu hadisi rivayet etmektedir: Rasulullah (sav) şöyle dedi:

"Aranızda meydana gelen had konusu sorunları affediniz. Zira bana ulaştı mı benim haddi uygulamam gerekir."

Yine Darakutni'nin Zübeyr'den rivayet ettiği hadis ise şöyledir: Rasulullah (sav) şöyle dedi: "Şefaatinizi, suçlu valinin önüne çıkmadan önce yapınız. Dava valiye çıktıktan sonra şefaatte bulunursanız ve vali onu affetse de Allah, valiyi affetmez."

Ancak nassları dikkatlice inceleyen kimse hırsızlık haddinin, ne hakime çıkartılmadan önce ne de sonra affetme ile kesinlikle düşmeyeceğini görür. Bunun delili hırsızlık ayetinin genelliğidir. Zira el kesme, farz hükmünü aldığı zaman herhangi bir talep olmaksızın bu farzın yerine getirilmesi gerekir. İbni Abdilberr, "Suç hakime ulaştığı zaman hakimin haddi uygulaması gerektiğinde icma olduğunu söyler. Bahr sahibi de bu hususta icma olduğunu" söyler. Zira şefaatı nehyeden hadisler, davanın hakime ulaşması öncesini de sonrasını da kapsayacak şekilde geneldir. Çünkü hırsızlık haddinin Allah'a ait bir hak olduğunda şüphe yoktur. Her ne kadar bunda insanoğluna ait bir hak bulunsa da Allah'a ait bir hak, insanoğlunun hakkından vazgeçmesiyle düşmez. Bütün bunlar, insanoğlunun hakkından vazgeçmesiyle hırsızlık haddinin düşmeyeceğinin sabit olduğunu göstermektedir.

Fakat yukarıda; geçen Safvan, Amr b. Şuayb ve Zübeyr hadislerinin hiçbiri haddin düşeceğine delalet etmez. Bu hadisler yalnızca mal sahibinin affedici olmasının caiz olduğuna delalet eder. Mal sahibinin affedici olması ise haddin düşeceği yani hakimin affedeceği anlamına gelmez. Safvan hadisi şöyleydi:

"Ona hibe ediyorum veya ona satıyorum." Rasulullah (sav): "Onu bana getirmeden önce niye yapmadın?" Yani onu bana getirmeden önce niye affetmedin. Bu ifade dava, hak sahibi aracılığı ile hakime ulaşmadan önce hak sahibi affederse sonra da bir şahit gelerek onun hırsızlık yaptığını iddia ederse, şahidin iddiasının kabul edilmeyeceği ve hırsızın affedileceği anlamına gelmez. Evet, hadis bu anlama gelmez. Zira hırkanın sahibi, çaldığı hırka sebebi ile hırsızın elinin kesileceğini gördüğünde Rasüle şöyle dedi: Ben hırkayı ona hibe ediyorum veya satıyorum. Bu ifade, hırsızlık suçundan dolayı affedilmesini istediğini gösteren bir sözdür. Rasülün ona cevabı ise; dava kendisine gelmeden önce hırkayı ona bağışlaması veya satması şeklinde olmuştur. Yani bana gelmeden önce affetmen gerekirdi, bana geldikten sonra affedemezsin. Diğer bir ifade ile, dava hakime çıkmadan önce affetme hakkın vardır, hakime çıktıktan sonra affetme hakkın yoktur. Bu ifade, hakime ulaşmadan önce hak sahibi tarafından affedilen bir hırsızlık olayında hırsıza uygulanacak haddin düşeceğine delalet etmez. Aynı şekilde bu ifade, hak sahibi tarafından dava hakime çıkarılmadığı takdirde hakimin davaya bakamayacağı, hatta hak sahibinin affetmesine binaen affedeceği anlamına da gelmez. Hadis, hiçbir şekilde bu anlama delalet etmemektedir. Hadisteki ifadenin delaleti, hırsızlığın hakime intikalinden sonra affetmekle, mal sahibinin hakkının düşmesi ile sınırlıdır. Dava konusu hırsızlık olayı, hakime ulaşmadan önce hak sahibinin affetmesinin caiz olduğuna da delalet etmektedir. Hadisteki ifade bunun dışında bir başka şeye delalet etmemektedir.

Ancak Amr b. Şuayb hadisi, davalı ile davacının arasında affetme olayının caiz olduğuna delildir. Bu nedenledir ki hadiste şöyle denilmiştir:

"Zira bana ulaştı mı benim haddi uygulamam gerekir."

İster hak sahibinin iddiası ulaşmış olsun isterse bir başkasının iddiası ulaşmış olsun haddin uygulanacağı hususunda bu hadis geneldir. "Şefaatınızı suçlu valinin önüne çıkmadan önce yapınız," şeklindeki Zübeyr hadisi de böyledir. Yani birbirinize şefaatçı (affedici) olunuz. Bu nedenledir ki hadisin hemen devamında şöyle denilmektedir: "Dava valiye çıktıktan sonra vali onu affetse de Allah, valiyi affetmez." Aynı şekilde bu ifade de; hırsızlık olayı ister hak sahibi tarafından ulaştırılmış olsun isterse bir başkası tarafından ulaştırılmış olsun, affetmenin söz konusu olmayacağı hususunda geneldir. Amr b. Şuayb ve Zübeyr hadisi; hırsızlık olayı herhangi bir şekilde hakime ulaşmışsa, hakime ulaşmadan önce hak sahibinin affetmesiyle haddin düşmeyeceğini teyid etmektedir. Ancak her halde hakime ulaşmadan önce mal sahibinden affetme kararının çıkmasında bir sakınca yoktur.

Özetle hırsızlık haddi yüce Allah'a ait bir haktır. İster hakime ulaşmadan önce olsun isterse ulaştıktan sonra olsun hak sahibinin affetmesiyle hak kesinlikle düşmez. Hırsızlık olayı, hak sahibi veya hırsızlığa şahit olan bir kimse ya da polis tarafından hakime ulaştığı zaman hakimin davayı dinlemesi gerekir. Hırsızlığın hakime ulaşması için davacının bulunmasına gerek olmadığı gibi davanın kabulünü reddetme hakkı da yoktur. Hırsızlık sabit olduğu zaman haddi uygulaması gerekir. Çünkü hırsızlık hak sahibinin hakkından vazgeçmesiyle veya şefaatçi olmasıyla düşmez. "Zira bana ulaştı mı benim haddi uygulamam gerekir", "Dava valiye çıktıktan sonra vali onu affetse de Allah, valiyi affetmez" hadislerinin içeriğinde affetme anlamı yer almamaktadır.

"Hırsızlık yapan, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim."
(Buharî, Hudüd 12; Müslim, Hudüd 8,9).
 
 

19 Ocak 2014 Pazar

"KİMSEYE ACIMIYACAKSIN,ACIRSAN ACINACAK DURUMA DÜŞERSİN" SÖZÜ DOĞRUMU?




"KİMSEYE ACIMIYACAKSIN,ACIRSAN ACINACAK DURUMA DÜŞERSİN" SÖZÜ DOĞRUMU?


Bu söz İsrailiyat.Şeytani bir söz.

Bu söz Hadislere,Ayetlere muhalif bir söz.

 

AYETLERE VE HADİSLERE GÖRE MERHAMET VE RAHMET

 

Resülullah (aleyhissalâtü vesselâm): "Merhamet etmeyene merhamet edilmez" buyurdu."

(Buhâri, Edeb 18, Müslim, Fedâil 65, (2318); Tirmizi, Birr 12, (1912); Ebü Dâvud, Edeb 156, (5218).)

 

Buhâri ve Müslim'in bir rivâyetlerinde: "(Rahmetim) gazabımı geçti" denmiştir.

 

1958 - Yine Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhisselâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah rahmeti yüz parçaya böldü. Bundan doksandokuz parçayı kendine ayırdı. Yer yüzüne geri kalan bir cüzü indirdi. (Bunu da -cin, insan ve hayvan mahlükatı arasında taksim etti.) Bu tek cüz(den nasibine düşen pay sebebiyledir ki mahlükat birbirlerine karşı merhametli davranır. At, (hayvan) yavrusuna basmamak endişesiyle ayağını bu sayede kaldırır."

Buhâri, Edeb 19, Rikâk 19, Müslim 17, (2752); Tirmizi, Daavât 107-108, (3535-3536).

 

1959 - Selmânu'l-Fârisi (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtü vesselâm) buyurdular ki: "AIlah'ın yüz rahmeti var. Bunlardan biriyle mahlükat kendi aralarında birbirlerine merhamet gösterirler. Doksandokuz rahmet de Kıyamet günü içindir."

Müslim, Tevbe 20, (2753).

 

1960 - Yine Müslim'de gelen bir diğer rivâyette Resülullah (aleyhissalâtü vesselâm)]: "Allah, arz ve semayı yarattığı gün, yüz rahmet yarattı. Her bir rahmet göklerle yer arasını dolduracak kadardır. Ondan yeryüzüne tek bir rahmet indirmiştir. İşte anne, yavrusuna bununla şefkat eder. Vahşi hayvanlar ve kuşlar birbirlerine bununla merhamet ederler. Kıyamet günü geldiği vakit Allah, rahmetine bunu da ilâve ederek (tekrar yüze) tamamlayacaktır."

Müslim, Tevbe 21, (2753).

 

1961 - Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtü vesselam)'a bir grup esir getirilmişti. İçlerinde bir kadın vardı, göğüsleri sütle dolu idi. Bu kadın (sağa sola) koşuyor, esirler arasında bir çocuk bulduğu zaman onu yakalayıp kucaklıyor, göğsüne bastırıyor ve emziriyordu. (Dikkatleri çeken bu manzara karşısında), aleyhissalâtu vesselâm:

"Bu kadının, çocuğunu ateşe atacağına kanaatiniz olur mu?" dedi. Bizler:

"Hayır!" diye cevap verince:

"(Bilin ki), Allah'ın kullarına olan rahmeti, bu kadının çocuğuna olan şefkatinden fazladır" buyurdu."

Buhâri, Edeb 18; Müslim, Tevbe 22, (2754).

 

HAYVANLARA MERHAMET

 

1962 - Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtü vesselâm) buyurdular ki: "Bir adam yolda, yürürken susadı ve susuzluğu arttı. Derken bir kuyuya rastladı. İçine inip susuzluğunu giderdi. Çıkınca susuzluktan soluyup toprağı yemekte olan bir köpek gördü. Adam kendi kendine: "Bu köpek de benim gibi susamış" deyip tekrar kuyuya inip, mestini su ile doldurup ağzıyla tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti."

Resülullah'ın yanındakilerden bazıları:

"Ey Allah'ın Resülü! Yani bize hayvanlar (a yaptığımız iyilikler) için de ücret mi var?" dediler. Aleyhissalâtu vesselâm:

"Evet! Her "yaş ciğer" (sahibi) için bir ücret vardır" buyurdu."

Buhâri, Şirb 9, Vudü 33, Mezâlim 23, Edeb 27; Müslim, Selâm 153, (2244); Muvatta, Sıfatu'n Nebi 23, (2, 929-930); Ebü Dâvud, Cihâd 47, (2550).

 

1963 - Bir diğer rivâyette şöyle denmiştir: "Fâhişe bir kadın, sıcak bir günde, bir kuyunun etrafında dönen bir köpek gördü, susuzluktan dilini çıkarmış soluyordu. Kadıncağız mestini çıkararak (onunla su çekip köpeği suladı). Bu sebeple kadın mağfret olundu."

Müslim, Tevbe 155, (2245).

 

1964 - İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtü vesselâm) buyurdular ki: "Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşerâtından yemeye de salmamıştı."

Buhâri, Bed'ü'l-Halk 17, Şirb 9, Enbiya 50; Müslim, Birr 151, (2242).

 

1965 - Abdullâh İbnu Câfer (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah(aleyhissalâtü vesselâm)'ın kazâ-i hâcet yaparken geri tarafından istitar (perdelenme) için en ziyâde tercih ettiği sütre, bir bina veya bir hurma kümesi idi. Bir seferinde Ensârdan bir zâtın bahçesine girdi. Orada bir deve vardı. Deve Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Aleyhissalâtu vesselâm deveye yaklaştı ve gözyaşlarını sildi. Hayvan sâkinleşti.

"Bu devenin sâhibi kim?" diye sorarak ilgi gösterdi. Ensar'dan bir genç:

"O bana aittir ey Allah'ın Resülü!" deyip ortaya çıkınca Hz. Peygamber onu payladı:

"Allah'ın sâna mülk kıldığı bu deve hakkında AIIah'tan korkmuyor musun? Bâk! Bu bana şikâyette bulundu. Sen bunu acıktırıyor ve fazla çalıştırarak da yoruyormuşsun."

Ebü Dâvud, Cihâd 47, (2549).

 

1966 - Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtü vesselâm) buyurdular ki: "Hayvanlarınızın sırtını minberler yerine koymayın. Şurası muhakkâk ki tek başınıza güçlükle gidebileceğiniz bir yere sizi götürmeleri için AIIah onları sizlere musahhar (hizmetçi) kıldı. Arzı da sizin (durma yeriniz) kıldı, öyleyse ihtiyaçlarınızı (duran hayvanının sırtında değil) arz üzerinde görün."

Ebü Dâvud, Cihâd 61, (2567).

 

1967 - Abdurrâhman İbnu Abdullah, babası Abdurrahman (radıyallâhu anh)'dan rivâyet eder ki şöyle demiştir: "Biz bir seferde Resülullah(âleyhissalâtü vesselâm) ile beraber idik. Resülullah bir ara bir ihtiyacı için yanımızdan ayrıldı. O sırada hummara denen bir kuş gördük, iki tane de yavrusu vardı. (Kuş kaçtı) yavrularını aldık. Kuşcağız etrafımıza yaklaşıp çırpınmaya, kanatlarını çırpıp havada inip çıkmaya başladı. Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz gelince:

"Kim bu zavallının yavrusunu alıp onu ızdıraba attı? Yavrusunu geri verin!" diye emretti. Bir ara, ateşe verdiğimiz bir karınca yuvası gördü.

"Kim yaktı bunu?" diye sordu.

"Biz!" dedik.

"Ateşle azab vermek sadece ateşin Rabbine hastır" buyurdu."

Ebü Dâvud, Cihâd 122, (2675), Edeb,176, (5268).

 

1968 - Muhammed İbnu İshâk kendisine Ebü Manzür denen Şamlı bir zattan naklediyor, bu da amcasından, o da Hadır'ın kardeşi Âmiru'r-Râm'dan nakletmiştir. Âmir der ki: "Bizim için bayraklar ve sancaklar yükseltildiği zaman memleketimizde idik. Ben: "Bu nedir?" diye sordum.

"Resülullah (aleyhissalâtü vesselâm)'ın sancağı!" dediler. Yanına gittim. Bir ağacın altında oturuyordu. Ashâbı da etrafını sarmıştı. Ben de yanlarına oturdum. Bir ara Resülullah (aleyhissalâtü vesselâm) hastalıklardan ve dertlerden bahsedip dedi ki:

"Mü'mine bir hastalık gelir, sonra da Allah ona şifa verirse, bu hastalık onun geçmiş günâhlarına kefâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt olur. Şâyet münâfık hastalanır, sonra da afiyet verilirse o, sahibi tarafından bağlanıp sonra da salıverilen fakat niçin bağlandığını, niçin salıverildiğini bilmeyen bir deve gibidir."

Aleyhissalâtu vesselâm'ın etrafında oturanlardan biri:

"Ey Allah'ın ResüIü, eskâm (hastalıklar) nedir? Ben aslâ hiç hastalanmadım?" diye sordu. Resülullâh (aleyhissalâtu vesselâm):

"Kalk! sen bizden değilsin" buyurdu."

Ebü Dâvud, Cenâiz 1, (3089).

 

1969 - Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtü vesselâm) buyurdular ki: "Peygamberlerden birini bir karınca ısırdı. O da (öfkelenerek) karıncanın yuvasının yakılmasını emretti ve yâkıldı. Allah Teâla Hazretleri ona şöyle vahyetti: "Seni bir karınca ısırmışken, sen tesbih eden bir ümmeti yaktın."

Buhâri, Cihâd 152, Bed'ü'l-Halk 14; Müslim, Selâm 148, (2241); Ebü Dâvud, Edeb 176, (5265); Nesâi, Sayd 38, (7, 210, 211).

 

KURAN'DA MERHAMET

 

Kuranda merhamet ile alakali tahmini 22 ayet geçiyor    

3:132 - Allah ve Peygambere itaat edin ki, size de merhamet edilsin.



4:110 - Kim bir kötülük işler, yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanmasını dilerse, Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur.



7:149 - Ne zaman ki, ellerine kırağı düşürüldü (yaptıklarına pişman oldular), o zaman sapıtmış olduklarını gördüler. "Yemin olsun ki; eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, muhakkak biz kötü akıbete düşenlerden olacağız." dediler.



7:151 - Musa dedi ki: "Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Sen merhametlilerin en merhametlisisin."



12:92 - Yusuf dedi: "Bugün size bir ayıplama ve azarlama yoktur. Allah, sizi, mağfiretiyle bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir."



16:7 - Bu hayvanlar, ancak güçlükle varabileceğiniz bir memlekete yüklerinizi taşır. Rabbiniz, şüphesiz çok şefkatlidir, çok merhametlidir.



16:47 - Yahut ta kendilerini azar azar yakalayıp helak etmesinden emin mi oldular? Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatlidir, çok merhametlidir.



17:8 - Olur ki Rabbiniz size merhamet eder. Ama siz tekrar dönerseniz biz de döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı bir zindan yaptık.



17:54 - Rabbiniz sizi çok daha iyi bilir. Dilerse tevbeniz sebebiyle size merhamet eder, dilerse azab eder. Seni de onların üzerine vekil göndermedik.



17:66 - Rabbiniz, lütfundan nasib arayasınız diye, sizin için denizde gemileri yürüten kudret sahibidir. Şüphesiz O, size çok merhametlidir.



18:81 - "İstedik ki Rabbleri onun yerine kendilerine ondan temizlikçe daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini versin."



21:83 - Eyyûb da: "Başıma bir bela geldi, (sana sığındım), sen merhametlilerin en merhametlisisin" diye Rabbine nida etti.



22:65 - Görmedin mi ki, Allah bütün yerdekileri ve emriyle denizlerde akıp giden gemileri hep sizin buyruğunuz altına verdi. Göğü de izni olmaksızın yere düşmekten o (koruyup havada) tutuyor. Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.



23:75 - Eğer onlara acıyıp da için de bulundukları sıkıntıyı giderseydik, iyice körleşerek azgınlıklarında büsbütün direnirlerdi.



23:109 - Çünkü kullarımdan bir zümre "Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi bağışla, bize merhamet et, sen, merhametlilerin en iyisisin." diyorlardı.



23:118 - Resulüm! De ki: "Rabbim, bağışla ve merhamet et! Sen merhametlilerin en iyisisin."



26:9 - Ve şüphe yok ki Rabbin, galip ve engin merhamet sahibidir.



29:21 - O, dilediğine azab eder, dilediğine rahmet eder. Ancak O'na döndürüleceksiniz.



30:21 - Yine O'nun âyetlerindendir ki, sizin için nefislerinizden kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.



48:29 - Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.



57:27 - Sonra bunların izinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik, ona İncil'i verdik ve ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığa gelince onu, biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.



90:17 - Sonra da iman edip de sabrı tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır.

   

2 Ocak 2014 Perşembe

MÜSLÜMAN OLMAK NE DEMEKTİR?

 

MÜSLÜMAN OLMAK NE DEMEKTİR?


"Müslüman" demek; lugattaki kelime manası itibariyle (Allah'ın emirlerine teslim olmuş) kimse demektir.

Müslüman olabilmek için bir insanın: Kelime-i Tevhid'i yani (La ilahe illallah Muhammedün Resulullah) sözünü bilerek kalbiyle tasdik ederek diliyle söylemiş olması gerekir. Kelime-i Tevhid'in içindeki (La ilahe illallah Muhammedün Resulullah) sözünün manası ise Allah'tan başka ilâh yoktur, Hz.Muhammed (S.A.V) Allah'ın elçisidir demektir. Ancak bu sözün manasının iyice anlaşılabilmesi için Arapça bir kelime olan İLAH kelimesinin manasının iyice bilinmesi zaruridir.


Arapça lisanı, veciz bir lisandır. Diğer pek çok lisanlardan üstünlük arz eden meziyetleri yanında Arapça lisanının veciz bir lisan olmasının manası kısa bir kelimeyle bir çok manaları ifade edebilme kabiliyeti içmektir, işte İLAH kelimesi de böyle bir kelimedir. Bu kelimenin lügat manası incelendiği zaman görülür ki; Bu kelimede, 4 ana mana aynı amanda ifade edilmektedir. İLAH kelimesinin ifade ettiği dört ana mana şunlardır:



1. Kendisine kulluk yapılacak şey

2. Kendinden yardım istenilen şey.

3. Rızası gözetilecek şey

4. Hak ve Adaleti tanzim edici, kanun koyucu




Bu sebepten dolayı bir insan Kelime-i Tevhid'i söylediği zaman: Ya Rabbi; Ben inanıyorum ki Allah'tan başka kulluk yapılacak, kendinden ardım istenecek, rızası gözetilecek yoktur; Hak ve Adaleti Sen tayin edersin, ben senin bildirdiğin Hak ve Adalet ölçülerinin yeryüzünde hakim iması için bütün gücümle çalışacağım demiş olur. Peki nerede bu Hak ve adalet ölçüleri? Cevap: Muhammedün Rasulullah yani, Hz.Muhammed (S.A.V) Cenab-ı Hakkın elçisidir, onun elçisi olarak Cenab-ı Haktan getirdiği Cenab-ı Haktan kendisine Cebrail (A.S) vasıtasıyla indirilip bize tebliğ ettiği bu Kur'an-ı Azimüş-Şan Allah'ın kitabıdır ve bu kitapta Allah'tır bize bildirdiği Hak ve Adalet ölçüleri insanlığın saadetinin teme; esaslarıdır. Ve ben işte bu Hak ve Adalet ölçülerinin yeryüzünde hakim olması için bütün gücümle çalışacağım, bütün insanlığın dünyada ve ahirette saadete ermesi için bütün gücümle çalışacağım demiş olur.İşte Kelime-i Tevhidi söylemenin ve Müslüman olmanın manası budur.


Müslümanlara (Müslüman) kelimesiyle isimlendirmek bizzat Cenab-ı Hakkın Kur'an-ı Kerimde zikrettiği bir husustur. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerimde Müslümanlara siz Müslümanlarsınız öbürlerinden ayrısınız diyerek diğerlerinden bizleri ayırıyor. Peki diğerleri kimlerdir:



NEFSİNE ESİR OLANLARDIR!



İşte yeryüzünde Hak ile Batılın mücadelesi; Hakka hizmet eden Müslümanlarla, gerçek Hakkı kabul etmeyip, nefsine esir olarak Batıla hizmet edenlerin mücadelesidir.



Cenab-ı Hak Kur'an-ı Azimüş-Şan'da "Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar kafirlerin tâ kendileridir." (Maide Sûresi, âyet 44)

"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (Maide Sûresi, âyet 45)



"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse onlar fâsıkların tâ kendileridir." (Maide Sûresi, âyet 47) buyuruyor.



Elbette Cenab-ı Allah'ın Kur'an-ı Azimüş-Şan'da bildirdiği Hak ve Adalet ölçüleri insanlığın saadetini belirtmektedir. Bir insan bu saadet yolundan ayrılırsa yapmış olduğu iş zulüm olur.



İşte Adem (A.S) dan beri yeryüzünde, insanoğlunun imtihan olduğu bu dünyada, Hak ve Batıl böylece mücadele ediyor.



Ne yazık ki kendisine İrade-i Cüz'iyye verilen insanoğlunun hepsi Müslüman olup Allah'ın emirlerine tâbi olup, yeryüzünde Hak ve Adaletin tesisi için Hak ve Hayır yolunda çalışmıyor. Bazı insanlar bunu yaparken bazıları da maalesef nefsine esir oluyor şeytanın tesiriyle zulüm ve şer için çalışıyor.



"İSLAM" NEDİR?, "KUR’AN" NEDİR?

 
 
"İSLAM" NEDİR? "KUR’AN" NEDİR?
 
 
İlk insan Adem (A. S) dan beri gelen bütün peygamberlerin hepsi aynı gerçeği yani (Îslam’ı) tebliğ etmişlerdir. Allah indinde din tektir,o da İslam’dır. İnsanlık tarihinin gelişmesine uygun olarak gönderilen peygamberlerin tebliğ ettikleri dinde inancın temel esasları aynıdır. (Amentü) ile bu esasları ortaya koyuyoruz: (1.Allah'a, 2.Meleklere, 3.Kitaplara, 4.Peygamberlere, 5.Ahiret Gününe (öldükten sonra dirileceğimize), 6.Hayır ve Şerrin Allah'tan Olduğuna inanıyoruz.

Zamandan zaman değişen sadece o devrin gereklerine uygun olarak bildirilen ibadetleri şekilleridir. Yoksa inancın temel esasları Adem (A.S) dan beri bütün peygamberler tarafından aynen bildirilmiştir.


Son Peygamber Hz.Muhammed (S.A.V)dir.Ve onun getirmiş olduğu Kur'an-ı Azimüş-Şan bütün insanlığa saadetin yolunu göstermek içi gönderilmiştir. Kıyamete kadar saadetin tek yolu Cenab-ı Hakkın Cebrail (A. S) vasıtasıyla Hz.Muhammed (S.A.V)'e gönderdiği ve onun vasıtasıyla insanlara tebliğ ettiği "Kur'an"dadır. O Kur'an-ı iyice anlayabilmemiz içi Cenab-ı Hak kitabından başka, aynca kendi sevgilisini yani Peygamber efendimiz (S.A.V)'i de "bize en güzel örnek olarak göndermiştir". Zaten yol gösterme de en mükemmel şekil kitap ve örnek ile yani (sünnet) ile olabilirdi. Böyle de yapılmıştır.


Kitap ve Sünnetle bize bildirilen İslam bir haritaya benzer. Cenab-ı Hakkın insanlara verdiği akıl nimeti ise bir pusulaya benzer; Saadet içi hem İslam hem de Akıl lazımdır. Ama yalnız akıl ile saadete ulaşılama Nitekim bir insan gecenin zifiri karanlığında bir orman içinde yalnız başın kalsa ve kurtulmak istese etrafı da ormanlık olsa bu ormanların içinde v arkasında ne var, karanlıktan dolayı bilemiyor. Nereye giderse kurtulabilecek? Bunu nasıl tayin edebilecektir? İnsanın aklı var onunla göğe bakacak (Büyük Ayı), (Küçük Ayı)yı görecek. Bunlar vasıtasıyla diyelim ki Kuzey ne taraftadır bunu tesbit edebilecek. Ancak yönleri tesbit ettikten som hangi yöne giderse kurtulacak, bunu aklıyla bulması mümkün değildi Acaba kuzeye gitse o ağaçların içinde veya arkasında bataklıklar, timsahla uçurumlar var ise kuzeye gitmesi ne işe yarar. Ne taraf emindir, ne taraf kurtuluş vardır, ne tarafta tehlikeler vardır bunu bilecek olursa ancak zaman kendisini kurtarabilir. Bunu ise aklıyla bilemez. Bunun bilinebilmesi için; etrafında ne var, bu ormanların içinde ve arkasında kendisi içi iyilik mi var, yoksa kötülük mü var. İşte bunu gösteren bir haritaya ihtiyaç vardır. O harita İslam’dır. İslâm; Rahman ve Rahim olan Cenab-ı Hakkı bu sıfatlarından dolayı, insanların dünya ve ahiret saadetine ulaşabilmesi için onlara gönderdiği saadet yoludur.


İnsanlar bu saadet yolunu kendilerine esas alırlarsa bu saadet yoluyla gösterilmiş olan Hak ve Adalet ölçülerine dayanan bir düzen kurarlarsa ve Peygamber (S.A.V)'i kendilerine en güzel örnek edinirlerse bu taktirde dünyada da saadet bulurlar, ahirette de saadet bulurlar. Yok eğer İslâm’dan, Kur'an'dan, Sünnetten sapacak olurlarsa bu taktirde dünyaları da, ahiretleri de ızdırap ile dolu olur.(Allah Korusun)

İNSANLARIN İYİLİĞİ VE SAADETİ NASIL GERÇEKLEŞİR?



İNSANLARIN İYİLİĞİ VE SAADETİ NASIL GERÇEKLEŞİR?


Peki "insanların iyiliği ve saadeti nasıl gerçekleşir?" ki o yolda bütün gücümüzle çalışalım.


İnsanlığın saadete erebilmesi için yeryüzünde;
Yanlışın değil Doğrunun,
Çirkinin değil Güzelin,
Kötülüğün değil İyiliğin,
Zararlının değil Faydalının,
Zulmün değil Adaletin,hakim olması gerekir.


Cenab-ı Hakk insanlara bunları ayırt edebilme kabiliyeti verdiğine göre insanlar, iyi insan olabilmek için yeryüzünde yanlışın değil, doğrunun, kötülüğün değil iyiliğin, zararlının değil, faydalının, çirkinin değil güzelin, zulmün değil adaletin hakim olması için bütün güçleriyle çalışmakla sorumludurlar.
Peki Hak olan, doğru olan, iyi ve güzel olan, faydalı olan, adil olan nedir?


Cenab-ı Hakkın insanlara verdiği yukarıda zikredilen 4 meziyet ile insanlar her ne kadar doğruyu, iyiliği, güzeli, faydalıyı ve adil olanı ayırt edebilirlerse de bunların ideal şekillerini bütün insanlığa saadet getirecek olan Hak ve adalet ölçülerini, akıllarıyla ortaya koyamazlar. Onun için Cenab-ı Hak insanları Adil sıfatından dolayı imtihan ederken kendisinin Rahman ve Rahim sıfatlarından dolayı da insanlara bu imtihanda muvaffak olabilmeleri için saadet yolunu da ayrıca göstermiştir, işte Peygamberler vasıtasıyla da din yani İslam bunun için gönderilmiştir.

HAK NE DEMEKTİR?



HAK NE DEMEKTİR?


Bir insanın yağmur yağarken yağmur şemsiyesini alıp da dışarı çıkması doğru bir harekettir. Ama yağmur yağmadığı halde yağmur şemsiyesini açarak dışarı çıkması ise yanlış bir harekettir.



Dolayısıyla, Türkçe’mizde kullanılan Doğru ve Yanlış kelimeleri şarta bağlı olarak isabetli olan şey veya olmayan şey manasındadır. Halbuki iki kere iki dört eder. Yağmur yağsa da dört eder, güneş açsa da dört eder, bir hafta önce de dört eder, bin yıl önce de dört eder. İşte şarta bağlı olmaksızın mutlak olarak her şart altında doğru olan şeye HAK denir. Bunun tersine olarak bir insan iki kere iki üç dese yağmur yağsa da yanlıştır, güneş açsa da yanlıştır, bir hafta önce de yanlıştır, bin sene önce de yanlıştır. Her şart altında yanlış olan şeye ise BATIL denir. Şimdi bu temel esaslar altında her şart altında doğru olan gerçeklere büyük bir dikkatle bakalım:



BU KAİNAT NİÇİN YARATILDI?


Başımızı gök yüzüne çevirip baktığımız zaman ne görüyoruz? Sonsuz bir kainat, sonsuz bir güzellik, sonsuz bir nizam, o kadar büyük bir kainat ki, içersinde bir yıldızın ışığı diğer bir yıldıza 100 milyon senede bile gidemiyor. Işığın bir saniyede 300 bin km. yol kat ettiğini düşünecek olursak bu ne büyük azamettir Ya Rabbi! Cenab-ı Hak insanlara bir esere bakarak bu eserin sahibi hakkında fikir edinme kabiliyeti vermiştir. Bir resime baktığımız zaman bu resimi yapan kimsenin çocuk mu?, Olgun bir insan mı?, Sinirli mi?, Huzurlu mu? Olduğunu anlamak mümkündür. İşte bunun gibi bu kainata baktığımız zaman en ufak bir yerinde bir aksaklık bulunmayan, bir uyumsuzluk olmayan, şurada da müteahhidin parası yetişmemiş burayı da idare edivermiş sen de oraya bakmayıver kardeşim, denmesine ihtiyaç duyulacak en ufak bir kusur bulunmayan bu kainatın yaratıcısı da elbette her türlü kusurdan münezzeh sonsuz Kemal sahibi olan Rabbimiz'dir.


Dolayısıyla etrafımıza bakındığımız zaman yaratıcımız olan Rabbimizin Kemal sıfatıyla muttasıf olduğunu idrak etmememiz mümkün değildir. Rabbimiz her türlü eksikten, noksandan münezzehtir. Sonsun Kemal sahibidir.


Bir hadisi kutside Cenab-ı Hak bildirmiştir ki:
"Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi murad ettim. Beni bilsinler diye mahlûkatı yarattım." (Keşfu'l-Hafa, C.2-5-132, H.No: 2016)



Bir yerde çok kıymetli bir hazine olsa, ama onu kimse bilmese; diğer yerde ise bir hazine olsa kendisini bilecek bir kainatı yaratsa ve bilinse elbette ikinci hâl birinciye nazaran daha büyük bir "KEMÂL" ifade eder.


Rabbimiz ise sonsuz kemâl sahibidir. Hadis-i Kutside de bildirildiği gibi; işte bu yüzden bu kainat yaratılmıştır. Eğer bu kainat yaratılmasaydı Rabbimizin Kemal sıfatında noksanlık olurdu.


Yaratılan bu kainatta cemadat var; canlı nebatlar, hayvanlar ve insanlar var. İnsan yaratılanın en mükemmeli, en şereflisidir (Eşref-i Mahlûkat) tır.


İNSAN NİÇİN YARATILDI?


İnsanın bütün diğer yaratılanardan, nebatlardan ve hayvanlardan üstün olmasının temelinde Cenab-ı Hakkın ona verdiği dört önemli meziyet bulunmaktadır.
Bunlar, insana verilen;



1. Doğru ile Yanlışı (Bu meziyetten İlimler doğmuştur)

2. Güzel ile Çirkini-İyi ile Kötüyü (Bu meziyetten Dinler doğmuştur.)

3. Faydalı ile Zararlıyı (Bu meziyetten Ekonomi doğmuştur.)

4. Adalet ile Zulmü (Bu meziyetten Siyaset ve Hukuk Doğmuştur.) ayırabilme meziyetleridir



Diğer mahlukatta bu kıymetli meziyetler yoktur.


Bunun için bir insan bu meziyetleri ne derece süratle ve isabetle kullanabilirse o insana o derecede akıllı diyoruz.


Bir insan bu 4 temel meziyete ve akıla sahip olunca o insanda iman olur. İnsanı yücelten işte bunlardır: Akıl, iman ve 4 temel meziyet.

Eğer İnsan gibi mükemmel bir mahluk yaratılmasaydı bu Rabbimizin sonsuz Kemal sıfatına uygun düşmezdi. Çünkü bir çok güzellikler yaratılmış ama bunu gören, sezen yok. Bu bir eksiklik olurdu. Ondan dolayı, insanın yaratılması Yüce Rabbimizin sonsuz Kemal sıfatının bir gereğidir.


İNSAN BU DÜNYADA NEDEN İMTİHAN EDİLİYOR?


Rabbimizin Kemal sıfatıyla birlikte bir de Âdil sıfatı var. İşte bundan dolayı; yani mahlukatın bir çeşidi olan insanoğluna diğer mahluklardan farklı olarak bu kıymetli meziyetler emanet edilip verilince Adalet gereği insanoğlunun imtihan edilmesi gerekmiştir.

Nitekim bir insanın çok kıymetli ve paha biçilmez bir pırlantası olsa bunu uzak bir yerdeki bir kimseye göndermesi gerekse "Ahmet! kilerde bir taş var al bunu falanca yerde filanca kimseye götür ver" diyemez. Taş paha biçilmez değerde olduğu için, uzun uzun düşünür, araştırır, en uygun bir kimseyi bulur. Ona uzun uzun tenbihatta bulunur "Bu taş çok kıymetlidir, paha biçilmez kıymettedir.


Bunu gözünden ayırmayacaksın, yatarken karşına koyacaksın, üstündeki ipek örtüyü açmayacaksın...vs." eğer Ahmet bu tenbihatlara dikkat eder, emaneti gönderilmesi icab eden yere sağlam olarak ulaştırırsa ona aferin denir ve bir mükâfat verilir. Yok eğer bütün bu tenbihata rağmen taşı kaybeder veya çaldırırsa o zaman da Ahmet'e çok büyük bir ceza verilmesi zaruri olur. Çünkü Adalet böyle gerektirir.


İşte onun için bu kıymetli meziyetlerin kendisine verilmesi dolayısıyla insanoğlu, "Rabbimiz Adil olduğundan" imtihan edilmek mecburiyetindedir.


Biz dünya hayatına, bu imtihan için geliyoruz. İmtihan oluyor ve gidiyoruz. Cenab-ı Hak bu imtihanda hepimize yüz aklığı ve muvaffakiyet versin İnşaallah. Amin.

1 Ocak 2014 Çarşamba

İSLAMDA MİLLİYETÇİLİK VE IRKÇILIK VARMIDIR?-1




İSLAMDA MİLLİYETÇİLİK VE IRKÇILIK VARMIDIR?-1



Milliyetçilik ve ırkçılığın haram olduğuna dair hadisler

Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir."
(Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28)

"Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen Bizden değildir." 
(Ebû Dâvud, Edeb 112)

Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: "Ben, 'Yâ Rasûlallah! Adamın kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten (ırkçılıktan) mıdır?' diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Evet" buyurdu."
(İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119; Ahmed bin Hanbel, 4/107,160)

Rasûlullah (s.a.s.)'a soruldu: "Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?" Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: "Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir."
(Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949)


"Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir."
(Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117)

"Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur."
(Ahmed bin Hanbel, 5/128)

"Bir kısım insanlar vardır ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, ya da Allah nezdinde, pisliği burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden daha değersiz olurlar."
(Ahmed bin Hanbel, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb 111)

"Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü' min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem'in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terketsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar."
(Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116)