19 Kasım 2018 Pazartesi

HZ.PEYGAMBERİN YÖNETİCİLİĞİ(s.a.v)NASILDI?



HZ.PEYGAMBERİN YÖNETİCİLİĞİ(s.a.v)NASILDI?



Hz. Muhammed (sav) Hicret’ten sonra kurulan İslam Devleti'nin ilk devlet başkanıydı. Yüksek liderlik ve idarecilik kabiliyetlerine sahip olan Rasûlullah, her sözüne kayıtsız şartsız bağlanmaya hazır olan ashabını bir hükümdarlık anlayışıyla yönetmemiş, istişare yolundan ayrılmamıştı.


O; hakkında Allah’ın bir emri bulunmayan her hususta mutlaka ashabıyla görüşür, durumu onlarla müzakere ederdi. Mutlak hükümdarlık modelinden çok uzak olan bu tarzı, aynı zamanda bütün ümmetine sunduğu bir reçeteydi.

 Cahiliye Devri’nin katı, tebaayı kabile reisine mutlak itaate zorlayan sistemi karşısında Hz. Peygamber’in bu idare modeli, o dönem için radikal ve insanların İslam’a yaklaşmasını sağlayan bir yenilikti. O’nun yöneticiliği zamanından önceki düzende Araplar, kendilerini temsil ve idare edenlere itiraz hakkı olmaksızın tam bir mahkûmiyet altında yaşıyorlardı. Peygamber Efendimiz ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişareyi kabul ediyordu. O; hakkında Allah’ın bir emri bulunmayan her hususta mutlaka ashabıyla görüşür, durumu onlarla müzakere ederdi. Mutlak hükümdarlık modelinden çok uzak olan bu tarzı, aynı zamanda bütün ümmetine sunduğu bir reçeteydi.


 Emaneti Ehline Teslim Etmek


 Efendimiz herhangi bir işe görevli tayin edeceğinde, uzmanlık ve yeterliliği diğer tüm kriterlerden önde tutardı. Layık olan kişileri; yaşlarına, ailelerinin soyuna bakmaksızın göreve getirirdi. “Emaneti ehline teslim etmek” ve “insanlar arasında adaletle hükmetmek”le (Nisa 58) emrolunan Peygamber’in, bunun aksine bir tasarrufta bulunması elbette düşünülemezdi.

 Hz. Peygamber, Mekke’nin fethedilmesinin ardından, Müslümanlar için son derece önemli ve değerli olan Kâbe’nin anahtarını; sahabeden birine değil, o sırada henüz Müslüman olmayan Osman bin Talha’ya teslim etmişti. Çünkü o vazifeyi en iyi şekilde yerine getirebilecek kişi, Osman bin Talha’ydı. Hz. Muhammed (sav) Hicret sırasında da benzer bir tercih yapmıştı. O, Hz. Ebu Bekir’le birlikte gece karanlığında Medine’ye doğru yola çıktığında, yanlarında rehber olarak Abdullah İbn Uraykıt bulunuyordu. Abdullah İbn Uraykıt bir müşrikti. Kendisine yönelik tehditlerin had safhaya ulaştığı, Mekke emirleri tarafından başına ödül konulan Efendimiz, o sancılı dönemde rehber olarak Mekkeli bir müşriki tutmuştu. Çünkü Uraykıt, işinin ehliydi.


 Efendimiz herhangi bir işe görevli tayin edeceğinde, uzmanlık ve yeterliliği diğer tüm kriterlerden önde tutardı. Layık olan kişileri; yaşlarına, ailelerinin soyuna bakmaksızın göreve getirirdi. “Emaneti ehline teslim etmek” ve “insanlar arasında adaletle hükmetmek”le emrolunan Peygamber’in, bunun aksine bir tasarrufta bulunması elbette düşünülemezdi.


“Onlar Yiyemiyorsa Ben de Yemem”


Bir Kurban Bayramı sabahı, namazdan sonra geldiği evinde Efendimiz'e kurban eti sunuldu. Yüzünde bir tereddüt işaretleri dolaşan Hz. Peygamber; “şu anda çevremizdeki komşularımız da et yiyorlar mı” diye sordu. “Hayır, biz herkesten önce sizin için hazırladık. Önce siz yiyin, sonra onlara göndereceğiz” cevabını alınca ise tabağı elinin ucuyla iterken şöyle dedi: “Götürün bu tabağı önümden. Komşumun yemediğini yemem, giymediğini de giymem. Ne zaman komşularımızın bacalarından et piştiğini gösteren dumanlar yükselirse o zaman getirin, ancak onlarla birlikte et yiyebilir, onlarla birlikte bayram yaparım!”


Onun bu hali, halifelerine ve tüm sahabeye örnek olmuştur. Nitekim Hz. Ömer ve “Allah’ın kılıcı” dediği kumandan Halid bin Velid (ra) de buna çok yakın örnekler yaşamışlar, onlar da Peygamber Efendimiz gibi davranmışlardır. Şu örnek; Hazreti Ömer (ra)'in, tebaasına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyor…


Bir iftar sofrasında Hz. Ömer (ra)’e soğuk bal şerbeti ikram edilir. Bardağı dudağına değdirmesiyle çekmesi bir olur Hz. Ömer (ra)’in; “nedir bu” der. “Bal şerbeti, sizin için özel olarak hazırlatmıştık” cevabı karşısında sesini yükselterek sorar; “benim idare ettiğim halkım da şu anda soğuk suyla yapılmış bal şerbeti içebiliyor mu?” “Nerede…” derler, “onlar hele bir sıcak suyu bulsunlar!” Bunun üzerine Hz. Ömer (ra), kelimelere basa basa “ben, yönettiğim insanların yemediğini yemem, giymediğini de giymem. Götürün bu soğuk bal şerbetini. Halkından ayrı yaşayan yöneticiler gibi olmaktan Allah'a sığınırım” der.


Hz. Muhammed (sav) de rüşvet alıp verenler hakkında şöyle buyurmuştur: “Rüşvet alan da veren de cehennemdedir.” O; aynı şekilde, sahip olunan makam ve mevki sayesinde çıkar sağlamayı da kesin bir dille menetmiştir.




“Rüşvet alan da veren de cehennemdedir.”



Peygamberimiz; rüşvet almayı hiçbir şekilde hoş görmemiş, bu konuda Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki emrini harfiyen uygulamıştır: “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollarla yemeniz için o malları hâkimlere (idarecilere) vermeyin.”
(Bakara, 188)


 Hz. Muhammed (sav) de rüşvet alıp verenler hakkında şöyle buyurmuştur: “Rüşvet alan da veren de cehennemdedir.” O; aynı şekilde, sahip olunan makam ve mevki sayesinde çıkar sağlamayı da kesin bir dille menetmiştir.


 "Hırsızlık yaparak getirilen, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim"


 Hz. Muhammed (sav) bir devle başkanı olarak toplumda Müslümanlar olsun gayrimüslim olsun, insanlar arasında çıkan anlaşmazlıkları da çözerdi. Muhakeme sırasında hem davacıyı hem davalıyı dinler; şahitlerin bilgisine başvurur, delilleri değerlendirip meseleyi sürüncemede bırakmadan en kısa zamanda çözüme bağlardı.


Efendimiz adalet önünde soy, mevki, makam, mal-mülk gibi dünyalıkları görmezden gelir, hakkın yerini bulması için doğrulukla hükmedersi. Kendisine, hırsızlık yapmış Fatıma adlı bir kadın getirildiğinde ona el kesme cezası vermiş. Aracılık yaparak cezayı hafifletmek isteyenlereyse öfkeyle; "hırsızlık yapan, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim" buyurmuştur. (Buharî, Hudüd 12; Müslim, Hudüd 8,9).


 Elçilere Verdiği Önem


 Hz. Muhammed (sav), bir devlet başkanı olarak gerek Arap kabilelerinin gerekse diğer ülkelerin elçilerini kabul eder, kendisi de diğer devletlere elçiler gönderirdi. Herhangi bir elçi heyeti gelince en güzel elbisesini giyer; onları ağırlar, dönüşte de hediyelerle yolcu ederdi. Elçiler; misafir olarak kaldığı süre boyunca bazen misafirler için ayrılmış evlerde, bazen durumu müsait olan bir sahabenin evinde bazen de Müslümanları izlemeleri ve okunan ezanı, Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemeleri için mescidin avlusuna kurulan çadırlarda en iyi şekilde ağırlanırdı. Peygamberimiz de elçilerle sık sık görüşür, sorularını cevaplandırır ve onlara İslam’ı anlatırdı.


Kaynaklar


 1) Abdurrahman Çetin, Örneklerle Peygamberimiz, Ensar Neşriyat, İstanbul 2006.
2) Muhammed Abdülhay el-Kettani, Hz. Peygamber’in Yönetimi, İz Yayıncılık, İstanbul 2003.
3) Ahmet Önkal, Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınları.
4) Reşit Haylamaz, Efendimiz, Işık Yayınları, İstanbul 2006.




http://www.sonpeygamber.info/hz-peygamber-in-yoneticiligi



CEHENNEMİN 7 TABAKASINI AÇIKLARMISINIZ?


CEHENNEMİN 7 TABAKASINI AÇIKLARMISINIZ?

Peygamber (sav), buyurdular ki: Mirac gecesi Cehennem’i ve derecelerini görmek hatırına gelince Cebrail (a.s) onun elini tutup, Cehennem’in en büyük meleği Mâlik’e götürdü: ‘Ey Mâlik! Muhammed (aleyhisselâm), düşmanların Cehennem’deki yerlerini görmek ister (O’na Cehennem’i göster)’ dedi. Mâlik Cehennem’in tabakalarını açtı.Yedi tabaka (nın hepsini) gördüm. Yedinci tabakaya Hâviye derler. Onun azâbı, diğer tabakalardan kat kat ziyâde idi. Mâlik’e sual ettim: ‘Bu tabakada hangi tâifeye âzap olunur?’ Malik; ‘Firavun ve soyu,Kârun ve senin ümmetinin münâfıklarına âzâp olunur’ dedi.

Altıncı tabaka Lazy’dir. Orada müşriklere (hiç dini olmayanlara) azap olunur. 

Beşinci tabaka Hutâme’dir. Orada ateşe, öküze tapanlara, budistlere azap olunur. 

Dördüncü tabaka Cahim’dir. Orada güneşe,yıldızlara tapanlara azap olunur. 

Üçüncü tabaka Sakar’dır. Orada hristiyanlara azap olunur. 

İkinci tabaka Sair’dir. Orada yahudilere azap olunur. 

Birinci tabaka Cehennem’dir. Bunun âzabı öbür tabakaların azabından az idi. (Buna rağmen) orada ateşten yetmiş bin deryâ gördüm. Her bir deryâ o kadar büyük idi ki, eğer yerleri ve gökleri bir deryâya atsalar ve bir meleğe emretseler, bin yıl arasa bulmak mümkün olmazdı. Zebâniler (Cehennem’de vazifeli melekler) öyle azâmetli idi ki, eğer onların biri, yerleri ve gökleri ağzının bir kenarına koysa, hiç belli olmazdı. O deryâlar dalgalanıp, korkunç sedâlar hâsıl olurdu. Eğer o sesten dünyâya az bir ses gelseydi, bütün canlılar helâk olurdu. ‘Bu tabaka hangi tâife içindir?’ diye sual ettim. Mâlik cevap vermedi. Tekrar sual ettim. Sükut etti.... 

Cebrâil, Mâlik’e; ‘Senden cevap bekliyor’ dedi. O da; ‘Beni mâzur gör’ diye özür diledi. Ben; ‘Her ne ise cevap ver ki, bugün tedâriki mümkün ola’ dedim. Mâlik; ‘Ya Resûlallah! Senin ümmetinin âsileri içindir, onlara nasihat eyle. Tâ ki bu korkunç yerden kendilerini korusunlar. Vücutlarını böyle âzaba sürükleyecek şeylerden kaçınsınlar. O gün ben âsilere merhamet etmem. Ne ak sakallı ihtiyârlarına, ne de gençlerine şefkat göstermem’ dedi.

HZ. PEYGAMBER (S.A.S.) VE ASHABININ YAŞAYIŞLARINDA FAKR




HZ. PEYGAMBER (S.A.S.) VE ASHABININ YAŞAYIŞLARINDA FAKR



FAKR: Fakirlik, yoksulluk,muhtaç bulunduğu şeylere sahib olamama ma'nâlarına gelir.

Acz ve fakr birbirine yakın iki kavram gibi duruyor ama, aralarında ciddi bir fark vardır. Fakr,ihtiyaç sahibi anlamında kullanılmıştır .



ـ1ـ عن عائشة رَضِيَ اللَّهُ عَنْها قالت: ]كانَ يَأتِى عَلَيْنَا الشَّهْرُ مَا نُوقِدْ فِيهِ نَاراً، إنَّمَا هُوَ التَّمْرُ وَالمَاءُ إَّ أنْ نُؤْتَى بِاللُّحَيْمِ[. أخرجه الشيخان والترمذي.وفي رواية: ]مَا شَبِعَ آلُ مُحَمَّدٍ مِنْ خُبْزِِ البُرِّ ثََثاً حَتَّى مَضىَ لِسَبِيلِهِ[.وفي أخرى: مَا أكَلَ مُحَمّدٍ أكْلَتَيْنِ في يَوْمٍ وَاحِدٍ إّ إحْدَاهُمَا تَمْرٌ[ .

1. (2083)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Bazı aylar olurdu, hiç ateş yakmazdık, yiyip içtiğimiz sadece hurma ve su olurdu. Ancak, bize bir parçacık et getirilirse o hâriç." [Buhârî, Et'ime 23, Rikâk 17; Müslim, Zühd 20-27, (2970-2973); Tirmizî, Zühd 38, (2357, 2358), 35, (2473).]


Diğer bir rivâyette: "Resûlullah ölünceye kadar Muhammed âilesi buğday ekmeğini üst üste üç gün doyuncaya kadar yememiştir" denmiştir.


Bir diğer rivâyette: "Muhammed (aleyhisselâm) bir günde iki sefer yedi ise, biri mutlaka hurma idi" denmiştir.

ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُما قال: ]كانَ رسولُ اللَّه # يَبِيتُ اللَّيَالِىَ المُتَتَابِعَةَ وَأهْلُهُ طَاوِياً َ يَجِدُونَ عَشَاءً، وَكَانَ أكْثَرَ خُبْزِهِمْ الشَّعِيرُ[. أخرجه الترمذي وصححه



.2. (2084)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve ailesi üst üste pek çok geceleri aç geçirirler ve akşam yemeği bulamazlardı. Ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi." [Tirmizî, Zühd 38, (2361).]

ـ3ـ وعن النعمان بن بشير رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُما قال: ]ذَكَرَ عُمَرُ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ مَا أصَابَ النَّاسَ مِنَ الدُّنْيَا فقَالَ: لَقَدْ رَأيْتُ رَسُولَ اللَّهِ # يَظَلُّ الْيَوْمَ يَلْتَوى مِنَ الجُوعِ مَا يَجِدُ مِنَ الدَّقَلِ مَا يَمْ‘ُ بِهِ بَطْنَهُ[. أخرجه مسلم.»الدَّقَلُ« ردئ التمر كالحشف ونحوه.



3. (2085)- Nu'mân İbnu Beşîr (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallâhu anh) insanların nail oldukları dünyalıktan söz etti ve dedi ki: "Gerçekten ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bütün gün açlıktan kıvrandığı halde, karnını doyurmaya adi hurma bile bulamadığını gördüm." [Müslim, Zühd 36, (2978).]

ـ4ـ وعن أنس رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللَّه #: لَقَدْ أُخِفْتُ في اللَّهِ مَالَمْ يُخَفْ أحَدٌ، وَأُذِيتُ في اللَّهِ مَالَمْ يُؤْذَ أحَدٌ، وَلَقَدْ أتَى عَلىّ ثََثُونَ مَا بَيْنَ يَوْمٍ وَلَيْلَةٍ، وَمَالِى وََ لِبَِلٍ مِنَ الطَّعَامِ إَّ شَىْءٌ يُوَارِيهِ إبْطُ بَِلٍ[. أخرجه الترمذي وصححه، وقال: ]وَذلِكَ حِينَ خَرَجَ رسول اللَّه # هَارباً مِنْ مَكَّةَ وَمَعهُ بَِلٌ[



.4. (2086)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (alelissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şurası muhakkak ki, Allah hakkında benim korkutulduğum kadar kimse korkutulmamıştır. Allah yolunda bana çektirilen eziyet kadar kimseye eziyet çektirilmemiştir. Zaman olmuştur, otuz gün ve otuz gecelik bir ay boyu, Bilâl ile benim yiyeceğim, Bilâl'in koltuğunun altına sıkışacak miktarı geçmemiştir." [Tirmizî, Kıyâmet 35, (2474).]

Tirmizî, hadisin sahîh olduğunu belirtir ve ilâve eder: "Bu durum Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın (amcası Ebû Tâlib öldüğü zaman, Tâif'te yeni bir hâmi bulmak ümidiyle, müşriklerden) kaçarak Hz. Bilâl'le Mekke'den çıktığı zamanla ilgilidir." (27)

ـ5ـ وعنه رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قال: ]مَشَيْتُ إلى رسولِ اللَّه # بِخُبْزِ شَعِيرٍ وَإهَالَةِ سَنِخَةٍ، وَلََقَدْ سَمِعْتُهُ يََقُولُ: مَا أمْسَى عِنْدَ آلِ مُحَمَّدٍ صَاعُ تَمْرٍ، وََ صَاعُ حَبٍّ، وَإنَّ عِنْدَهُ يَوْمَئِذٍ لَتِسْعَ نِسْوَةٍ[. أخرجه البخارى والترمذي والنسائى. »ا“هَالَةُ« ما أذيب من الشحم.و» السَّنِخُ« المتغير الرِّيح.



5. (2087)- Yine Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a arpa ekmeği ile kokusu değişmiş erimiş yağ getirmiştim. (Bir seferinde) şöyle söylediğini işittim: "Muhammed ailesinde, dokuz kadın bulunduğu bir zamanda, ne bir sa' hurma, ne de bir sa' hububat gecelememiştir." (Buhârî, Rehn 1, Büyû 14; Tirmizî, Büyû 7, (1215); Nesâî, Büyû 50, (7, 288).]

ـ6ـ وعن عليّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قال: ]لَقَدْ خَرَجْتُ مِنْ بَيْتِى في يَوْمٍ شَاتٍ، وَإنِّى لَشَدِيدُ الجُوعِ ألْتَمِسُ شَيْئاً، فَمَرَّرْتُ بِيَهُودِىٍّ في مَالٍ لَهُ يَسْقِى بِبَكْرَةٍ فاطَّلَعْتُ عَلَيْهِ مِنْ ثُلْمَةِ الحَائِطِ، فقَالَ مَالَكَ يَا أعْرَابِىُّ: هَلْ لَكَ في دَلْوٍ بِتَمْرَةٍ؟ قُلْتُ: نَعَمْ، فَافْتَحِ الْبَابَ حَتَّى أدْخُلَ، فَفَتَحَ فَدَخَلْتُ فَأعْطَانِى دَلْواً، فَكُلَّمَا نَزَعْتُ دَلْواً أعْطَانِى تَمْرَةً حَتَّى إذَا امْتَ‘َتْ كَفِّى أرْسَلْتُ دَلْوَهُ، وقلْتُ: حَسْبِى فَأكَلْتُهَا، ثُمَّ جَرَعْتُ مِنَ المَاءِ، ثُمَّ جِئْتُ المَسْجِدَ[. أخرجه الترمذي



6. (2088)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Evimden soğuk bir günde çıktım. Çok açtım, (yiyecek) bir şey arıyordum. Bir yahudîye rastladım, bahçesinde çıkrıkla sulama yapıyordu. Duvardaki bir açıklıktan adama baktım.

"Ne istiyorsun ey bedevi, kovasını bir hurmaya bana su çeker misin?" dedi. Ben de:

"Evet! ama kapıyı aç da gireyim!" dedim. Adam kapıyı açtı, ben girdim, bir kova verdi. Su çekmeye başladım. Her kovada bir hurma verdi. İki avucum hurma ile dolunca kovayı bıraktım ve bu bana yeter deyip hurmaları yedim, sudan içip sonra mescide geldim." [Tirmizî, Kıyâmet 35, (2475).]

ـ7ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قال: ]خَرَجَ رسولُ اللَّهِ # إلى المَسْجِدِ فَوَجَدَ أبَا بَكْرٍ وَعُمَرَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُما، فَسَألَهُمَا عَنْ خُرُوجِهِمَا؟ فَقاَ: أخْرَجَنَا الجُوعُ، فقَالَ: وَمَا أخْرَجَنِى إَّ الجُوعُ، فَذَهَبُوا إلى أبي الْهَيْثَمِ ابْنَ التَّيْهَانِ فَأمَرَ لَهُمْ بِشَعِيرٍ، فَعُمِلَ وقامَ إلى شَاةٍ فَذَبَحَهَا، وَاسْتَعْذَبَ لَهُمَ مَاءً مُعَلّقاً عِنْدَهُمْ في نَخْلَةٍ ثُمَّ أتُوا بِالطَّعَامِ، فَأكَلُوا وَشَرِبُوا مِنْ ذلِكَ المَاءِ،

فَقَالَ #: لَتُسْألُنَّ عَنْ نَعِيم هذا اليَوْمِ[. أخرجه مسلم ومالك والترمذي.»اسْتَعْذَبَ لَهُمْ مَاءً« أى استقى لهم ماء عذبا



7. (2089)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün (veya gece mûtad olmayan bir saatte) mescide geldi. Orada Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (radıyallâhu anhümâ)'e rastladı. Onlara (bu saatte) niye geldiklerini sordu.

"Bizi evden çıkaran açlıktır!" dediler. Resûlullah da:

"Beni de evde çıkaran açlıktan başka bir şey değil!" buyurdu. Hep berâber Ebû'l-Heysem İbnu'l Teyyihân'a gittiler. O, bunlar için arpadan ekmek yapılmasını emretti. Ekmek yapıldı. Sonra kalkıp bir koyun kesti. Yanlarında bir hurma ağacında asılı olan tatlı suyu indirdi. Derken yemek geldi, yediler ve o sudan içtiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Şu günün nimetinden (Kıyâmet günü) hesap sorulacak! (Açlık sizi evinizden çıkardı. Bu nimetlere nail olduktan sonra dönüyorsunuz!" buyurdu." [Müslim, Eşribe 140, (2038); Muvatta, Sıfatu'n Nebi 28, (2, 932); Tirmizî, Zühd 39, (2370).

ـ8ـ وعن عتبة بن غزوان رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قال: ] لَقَدْ رَأيْتُنِى سَابِعَ سَبْعَةٍ مَعَ رسولِ اللَّهِ # ومَا لَنَا طَعَامٌ إَّ وَرقُ الحُبْلَةِ حَتَّى قَرِحَتْ أشْدَاقَنَا[. أخرجه مسلم.»الحُبْلَةُ« بضم الحاء، وسكون الباء: ثمر السمر، وقيل: هى ثمرة تشبه اللوبيا.»وقُرِحَتْ أشْدَقُنَا« أى طلعت فيها القروح كالجراح ونحوها



8. (2090)- Utbe İbnu Gazvân (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Gerçekten ben kendimi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte olan yedi kişiden yedincisi olarak görmüşümdür. Huble yaprağından(28) başka yiyeceğimiz yoktu. Öyle ki avurtlarımız yara oldu." [Müslim, Zühd 15, (2967).

ـ9ـ وعن أبى طلحة رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قال: ]شَكَوْنَا إلى رسولِ اللَّهِِ # الجُوعَ، وَرفَعْنَا عَنْ بُطُونِنَا عَنْ حَجَرٍ، فَرَفَعَ رسولُ اللَّهِ # عَنْ حَجَرَيْنِ[. أخرجه الترمذي.



9. (2091)- Ebû Talhâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a açlıktan şikâyet ettik ve karınlarımızı açıp gösterdik. Herkeste bir taş vardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da karnını açtı, O'nda iki taş vardı." [Tirmizî, Zühd 39, (2372).]


ـ وعن فضالة بن عبيد رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رسُولُ اللَّهِ # إذَا صَلَّى بِالنَّاسِ يَخِرُ رِجَالٌ مِنْ قَامَتِهِمْ في الصََّةِ مِنَ الخَصَاصَةِ، وَهُمْ أصْحَابُ الصُّفَّةِ حَتَّى تَقُولَ ا‘عْرَابُ هؤَُءِ مَجَانِىنُ، فإذَا صَلّى انْصَرَفَ إلَيْهِمْ فقَالَ: لَوْ تَعْلَمُونَ مَالَكُمْ عِنْدَ اللَّهِ تَعالى ‘حْبَبْتُمْ أنْ تَزْدَادُوا فَقْراً وَحَاجَةً[. أخرجه الترمذي.


10.(2092)- Fudâle İbnu Ubeyd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) halka namaz kıldırırken, bazı kimseler açlık sebebiyle kıyam sırasında yere yıkılırlardı. Bunlar Ashâb-ı Suffe idi. (Medîne'de misâfireten bulunan) bedevîler, bunlara delirmiş derlerdi. Efendimiz namazdan çıkınca yanlarına uğrar ve:

"Eğer (bu çektiğiniz sıkıntı sebebiyle) Allah indinde elde ettiğiniz mükâfaatı bilseydiniz, fakirlik ve ihtiyaç yönüyle daha da artmayı dilerdiniz" derdi." [Tirmizî, Zühd 39, (2369).]



AÇIKLAMA:


Kaydettiğimiz bu on hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Ashâb-ı Kirâm hazerâtının zâhidâne hayatı hakkında bilgi vermektedir. Hattâ son rivâyette görüldüğü özere, Ashâb-ı Suffe, zühdün ötesinde "yokluk" ve "darlık" şartlarını yaşamıştır. Zühd, belli bir ölçüde irâdî bir hayat tarzı, -bu bahsin başında İbnu'l-Mübârek'ten kaydettiğimiz üzere- varlığa rağmen bir tercihdir. Halbuki açlıktan karna taş bağlamak, namazda kıyam sırasında yere yığılıp kalmak irâdî bir zühd değil, yokluğun getirdiği bir mahkûmiyettir.


İslâm inkılâbı, bu maddî imkânsızlıklar içerisinde başlamıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şahsen mahkum olduğu maddi darlıktan hiç şikâyetçi olmadan, zerre kadar fütura düşmeden sıkıntılara katlanmış, Allah indindeki sevabı hatırlatarak ashâbını da metânet ve sabra dâvet etmiştir.


Rivâyetler, Efendimizin fetihlerden sonra, gelirlerin artmasıyla maddî bolluğa kavuşulmuş olmasına rağmen yaşayış tarzını değiştirmeye, üst üste üç gün buğday ekmeğini doyuncaya kadar yemeyecek, mutfağında günlerce ateş yakmayacak kadar mütevazi yaşayışını devam ettirdiğini bildirmektedir. Yani O aleyhissalâtu vesselâm, ömrü boyunca, irâdî ve kasdî bir zühd hayatı yaşamış, ümmetine vecîbe kılmadan, ideal hayat örneğini fiilen vermiştir.


Ebu Talha (r.a.) anlatıyor: “Resûllullah Sallahu Aleyhi Vesselem’e açlıktan şikâyet ettik ve karınlarımızı açıp gösterdik. Herkes karnına bir taş bağlamıştı. Resûlullâh da karnını açtı. Baktık ki onda iki taş vardı.” (Tirmizî, Zühd, 39)


Allah Resûlü’nün hane-i saadetlerinde yiyecek bulunmadığı günler olurdu.Yiyecek geldiğinde de Resûlullah onun bir kısmını ailesi için alır, bir kısmını da ehl-i suffeye gönderirdi. Hz. Aişe validemiz Resûlullahın ve ailesinin yaşayışını şöyle ifade etmiştir: “Resûlullah Medineye hicretinden vefatı zamanına kadar onun ailesi üç gün arka arkaya buğday ekmeğinden karnını doyurmadı.”


Hz. Peygamber mescidden sabahleyin eve gelir, yiyecek bir şey var mı, diye sorardı. Bazen evde yiyecek bir şey bulunmaz ve kendisine: “Yok yâ Resûlellah!” diye cevap verilirdi. Resûlullah da” öyle ise ben oruçluyum”derdi.


Evde yiyecek bir şey olmadığından dolayı üzülmez, hanımlarına da kızmaz, aksine bunu oruç tutmak için bir fırsat kabul ederek hemen oruç tutmaya niyet ederdi. Böylece hem Allah’ın rızasını kazanıyor ve hem de ashabına ve kıyamete kadar gelecek olan insanlara örnek oluyordu.


Hz. Peygamberin açlıktan karnına taş bağladığı olurdu. Şair bu hususu bir beytinde şöyle ifade eder:


Taş bağladı meca ile batn-ı pâkine Dünyaya rağbet eylemedi seyyüdül-beşer.


Ünlü divan şâiri Hâkânî, Peygamber efendimizin şekil ve şemailinden bahsettiği meşhur eseri Hilye-i Hakâni sinde efendimizin bu hususunu ne güzel belirtir:


Yoksulluğu ihtiyar ederdi Yokluk ile iftihar ederdi. Görüldüğü gibi Allahın elçisi ve sevgili kulu olan yüce Peygamberimizin evinde bazen yiyecek birşey bulunamıyordu. O istese krallar gibi yaşayabilirdi. Ashabı onu çok seviyordu. Herşeylerini ona feda etmek istiyorlardı. Peygamber Efendimiz istese Allah da kendesine enva-i çeşit nimetler lütfederdi. Fakat Resûlullah, ashabı sıkıntı içerisinde iken kendisi nimet içerisinde yaşamayı istemiyor, onların yaşadığı gibi sıkıntılı bir hayatı tercih ediyordu.


Müslim, Birr, 69; Tirmizi, Birr,82.

Serfurûeder: Baş eğer; Lîk: Lakin

Abdulvahap Gözcü 21:37, Ocak 29, 2012 (UTC)


http://tr.yenisehir.wikia.com/wiki/Karna_taş_bağlamanın_açlığa_ne_gibi_faydası_vardır%3F







İSLAMDA ÖVÜLEN AHLAKİ TUTUM VE DAVRANIŞLARA ÖRNEK VEREBİLİRMİSİNİZ?


Allah'ın isimlerini zikretmek hayatı kolaylaştırıyormu?


Allah'ın isimlerini zikretmek hayatı kolaylaştırıyormu?


Allah'ın 99 ismini zikretmek insanın gündelik hayatını değiştiriyor. Akademisyenler ve doktorlar bu konuda hemfikir. Mesela sabırsız biri 'Ya Sabır' çekerek sabırlı olmayı başarabilir. Peki hangi ismi, günde kaç kez ve hangi halimiz için zikretmemiz gerekir? İşte cevabı.


Merhametsizlere 'Er Rahim', 'Er Rahman', aşırı sinirlilere 'El Halim', sevgi ve muhabbeti az olanlara 'El Vedud', nereye gideceğini bilemeyenlere 'Er Reşid, sıkıntı içinde olanlara 'El Vekil'... Esmaül Hüsna yani Allah'ın isim ve sıfatlarını günlük hayatta zikretmenin insana pratik yararları var. Bu konuda ilahiyatçılar da doktorlar da hemfikir. Esmaü'l Hüsna üzerinde araştırma yapan isimlerden Dr. Ender Saraç sinirli birinin 'El-Halim' esmasını çekerek daha halim selim biri olabileceğine inanıyor. Tıpkı sabırsız birinin 'Ya Sabır' çekerek sabırlı olmayı becerebilmesi, merhametsiz birinin 'Er-Rahman, Er-Rahim' çekerek merhamet sahibi olmayı başardığı gibi.


Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdülaziz Hatip'e göre Allah'ı, isim ve sıfatlarıyla tanımak, O'nu her an yanında hissetmek, insan için büyük bir emniyet ve saadet vesilesi. Kişi inandığı Allah'ın isimlerini ve manalarını bilmekle vasıtasız olarak O'nunla bir nevi dostluk ve diyalog kurma imkanı bulmuş olur.


Bu güzel isimlerin bir kısmı Cenab-ı Hakk'ın varlığını ispat eder. Allah'ın Hayy, Baki, Kayyum gibi sıfatları onun varlığını inkar edenleri reddeder. Bazı sıfatları ise birliğini ispat eder. Vahid, Ehad, Samed, Ganiyy gibi. Güzel isimlerinin bir kısmı bütün varlıkların vücut bulmasında tek sebebin Cenab-ı Hak olduğunu ispat eder. Halik, Bari, Musavvir, Kavi gibi. İsimlerin bir kısmı da bütün âlemi tedbir ve idare edenin sadece Allah olduğunu gösterir. Bir kısmı da onun bütün noksan sıfatlardan uzak olduğunu, hiçbir varlığa benzemediğini ve kimseye muhtaç olmadığını ispat eder. Kuddus, Muhit, Mecid gibi.


Allah'ın her biri sonsuz sırlar taşıyan isimleri, aynı zamanda kullarının ona yöneldiği birer kapı mahiyetinde. Farklı ihtiyaçlar içindeki insanlar, o derdinin devası olan ilâhî ismi zikrederek Allah'a halini arz eder. Mesela hasta olan bir insan, "Rahîm ve Raûf" veya "Şâfî ve Muâfî" isimleriyle; ihtiyaç sahibi fakir bir insan "Rezzâk, Fettâh, Kerîm ve Vehhâb" isimleriyle; ilme ihtiyaç duyan bir insan "Allâmu'l-Guyûb" ismiyle; hidayete mazhar olmak isteyen bir insan "Hâdî ve Nûr" isimleriyle; sabırlı olmak isteyen bir insan da "Sabûr" ismiyle duada bulunur.


Her insanda bir ismin tecellisi ön palana çıkabilir mi?


Fahrettin Razi'nin açıklamasına göre Allah'ın isimlerinden her birisi belli bir manaya delalet eder. Hangi ruha o mana galip gelirse o ruhun o isimle daha sıkı münasebeti bulunur. Üstelik o ismi zikretmeye devam ederse süratle o isimden istifade eder. Ancak burada insanın aklına hemen "Hangi Esma'yı günde kaç kez zikretmeliyim?" sorusu geliyor. Uzmanlar, 'İnsanlar hangi ismine ihtiyaç duyuyorlarsa bu ihtiyacı ölçüsünde Allah'ı anmalı' cevabını veriyor. Ama bizim aşağıda vereceğimiz rakamlar genelde ilgili ismin ebced hesabı yapılarak elde edilen rakamlar.


"En güzel isimler Allah'ındır, o halde bu isimlerle O'na dua edin. O'nun isimleri konusunda haktan sapanları terk edin. Onlar işlediklerinin cezasını çekeceklerdir." (Ar'af, 180)


"O'dur Allah, O'ndan başka yoktur ilah. En güzel isimler ve vasıflar O'nundur." (Taha, 8)


Her ismin kainatta bir karşılığı var


Prof.Dr.Abdulaziz Hatip (Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi):Bazı müfessirlere göre "Âdem'e öğretilen isimler" de Esmâ-i Hüsnâ'dır. Yani bu mübarek isimlerin her biri kâinattaki bir fennin, bir ilim dalının hakikat ve temelini teşkil eder. Meselâ, hukuk ve adalet ilmi Adl ismine, iktisat ilmi Rezzak ismine dayanır. Böylece Hz. Adem'e, bütün ilmî ve fennî kemâlât, inkişaf ve terakkilerin özü, çekirdeği ve yeteneği tevdi edilmiştir. Adem neslinin geliştirdiği bütün maddî ve kevnî terakkiler, bu ilk öğretimin güzel meyveleridir. Meleklere karşı insan nev'i olarak bize üstünlük kazandıran da budur.


Genç ve diri kalmak için El-Hayy.


Dr. Ender Saraç (Ayurveda uzmanı): Dünya gezegeninde her şey sonuçta bu 99 ismin tecellisidir. İnsanlarda bu esmaların tecellilerini farklı şekillerde görüyoruz. İnsanlar kendi üzerlerinde hangi esmaların tecellilerini görmek istiyorlarsa onu vird edinebilirler. Ama bazı esmalar kokteyl halinde zikredilebilir. Bu da sinerjik bir etki bırakır. Mesela 'Er-Rahman Er-Rahim, Ya Fettah Ya Rezzak beraber çekilebilir. Bir de benim çok sevdiğim bir anti ageng esması var. El-Hayy... Genç ve diri kalmak için çekilebilir.


İnsanoğlu, bu isimlere muhtaçtır


Süleyman Sargın (Kürsü sayfası editörü):İnsan Esmâ-i İlahiye ile devamlı bir münasebet içindedir. Onun Esmâ-i İlahiye'ye dayanarak, kendisinde hâkim olan ismi vird edinip her gün çekmesi, o insanın dualarının kabulüne ve mânevî terakki adına ilerlemesine vesile olabilir. İnsan, Allah'ın sıfatlarını bildiren isimlere muhtaçtır. Kişi, çeşitli durumlarda vaziyetine en münasip olan bir ismiyle Rabb'ine niyazda bulunmak ister. Bu isimlerin olmaması halinde insanın O'nunla irtibatı eksik kalır.



İSM-İ CELİL(ESMA-UL HUSNA) 


Allah'tan her türlü istek,tüm duaların kabul olması.



Tesbih adedi,Tesbih niyeti.


Er-Rahmân(298 defa çekilir)Dünyada ve ahirette Allah'ın sevgisini kazanmak. 

Er-Rahîm(258 defa çekilir)Maddî ve manevî rızka nail olmak. 

El-Melik(90)Maddî ve manevî güçlü olmak, insanlara sözlerini anlatıp dinletebilmek, emir sahibi olmak.

El-Kuddûs(170)Maddî ve manevî her türlü temizlik, kalp temizliği, ruhî hastalıklardan iyileşmek. 

Es-Selâm(131)Korkulan her şeyden emin olmak ve esenliğe çıkmak. 

El-Mü'min(137)Güvende olma, güvenilir insan olmak, kötü hastalıklara düşmemek. 

El-Muheymin(145)İnsanlardan korunmak ve onların düşüncelerine akıl erdirebilmek. 

El-Aziz(94)Düşmanlara galip gelmek. 

El-Cebbâr(206)İstek ve arzuların olması, insanların ve cinlerin şerrinden emin olmak. 

El-Mütekebbir(662)İzzet, refah ve gerçek büyüklüğe erişmek, halk tarafından sevilmek. 

El-Hâlık(731)İşlerde üzüntü ve sıkıntıdan kurtulmak, başarılı olmak. 

El-Bâri(214)İşte başarılı olmak, maddî ve manevî sıkıntılardan kurtulmak. 

El-Musavvir(336)Maksat ve meramına ulaşmak ve ifade etmek, en zor işleri başarmak ve bir işte uzmanlaşmak. 

El-Gaffâr(1.281)Bağışlanmak ve günahlardan korunmak. 

El-Kahhâr(306)Zalimlerin ve din düşmanlarının kahrından kurtulmak. El-Vehhâb(14)Sıkıntısız ve maddî açıdan rahat bir hayat sürmek. 

Er-Rezzâk(308)Bol rızıklı bir ömür geçirmek. 

El-Fettâh(489)Maddî ve manevî hayır kapılarının açılması, ticarette başarıya ulaşmak. 

El-Alim(150)İlim zenginliği için. 

El-Kâbid(903)Zalimin zulmünden kurtulmak. 

El-Bâsit(72)Rızkının genişlemesi ve bereketin artması.

El-Hafid(1.481)Kötüden, kötülerden ve belalardan korunmak. 

Er-Rafi'(351)İnsanlar içinde ve işinde yükselmek, tevazu sahibi olmak. 

El-Muiz(117)Fakir ve zelillikten kurtulmak. 

El-Muzil(770)Düşmanları zelil etmek. 

Es-Semi'(180)Duaların kabul olması. 

El-Basir(302-112)Acziyetin kalkması, basiretli olmak. 

El-Hakem(68)Haklı davasını kazanmak, insanlar arasında hak ile hüküm vermek. 

El-Adl(104)Adaletli olmak, haklı davayı kazanmak. 

El-Latîf(129)Dileklerin olması, kısmet ve rızkın artması. 

El-Habîr(812)Hafıza ve idrakin genişlemesi. 

El-Halîm(88)Ahlâk güzelliği ve yumuşak huylu olmak, hiddet ve sinirin gitmesi.

El-Azîm(1.020)Sözünün tesirli olması ve sözü dinlenir olmak. 

El-Gafûr(1.286)Günahların affı ve kötü ahlâktan korunmak. 

Eş-Şekûr(526)Talihin açıklığı, kendine verilen nimetlerin şükrünü eda etmek, bol rızık için. 

El-Aliyy(110)Zilletten kurtulmak,ilim, derecelerin artması. 

El-Kebîr(232)Maddî ve manevî büyüklük, hürmet sahibi olmak. 

El-Hafîz(998)Nefsinin ve malının korunması. 

El-Mukît(550)Muhtaç olunan şeyi kazanmak ve rızık. 

El-Hasîb(80)Herkese karşı açık alınlı olmak. 

El-Celîl(73-5.329)Gerçek yüceliğe erişmek, zalim ve zorbayı zelil etmek. 

El-Kerîm(270)Bol rızık sahibi olmak, cömert olmak ve kolaylıklara nail olmak. 

Er-Rakîb(312)Her işte Allah'ın koruması altında olmak, bunu hissetmek, hafızasının kuvvetlenmesi. 

El-Mücîb(55-3.025)Duaların kabul olunması. 

El-Vâsi'(137)Ömür uzunluğu, sıhhat ve rızık genişliği için. 

El-Hakîm(78-6.084)İlim ve hikmet sahibi olmak,uzağı görmek, hikmetli iş yapmak. 

El-Vedûd(20-400)İnsanların sevgisini kazanmak. 

El-Mecîd(57-3.249)İzzet ve şerefin artması. 

El-Bâis(573)Kuvvetli irade ve alacaklarını almak. 

Eş-Şehîd(319)Şehid olmak, heybetli olmak, halk arasında sevilmek. 

El-Hak(108)Sağlam bir imana ve doğru bir ibadet hayatına sahip olmak, başladığı işin sonunun gelmesi. 

El-Vekîl(66)Allah'tan her türlü yardım görmek. 

El-Kavî(116)Kansızlık ve vücudun güçlü olması, zor işleri kolaylıkla halletmek. 

El-Metîn(500)Maddî ve manevî dayanıklı, sağlam ve iradeli olmak, hastalıklardan kurtulmak. 

El-Veliyy(46-2.116)Her işte Allah'ın yardımını istemek. 

El-Hamîd(62-3.844)Kazancın genişlemesi, Allah'ı çokça hamd etmek için yardım istemek. 

El-Muhsî(148)Zekânın kuvvetli olması. 

El-Mübdi(57)Her işte muvaffak olmak, ummadığı yerden yardım gelmesi.

El-Muîd(124)Elden kaçanı geri kazanmak, Allah'ın ahirette yeniden dirilme hakikatini ruhlarımıza duyurması. 

El-Muhyî(68)İşlerin başarılı olması, hastalıklardan kurtulmak. 

El-Mumît(490)Harama bakmamak, kötülüklerden vazgeçmek, devamlı ahireti hatırlamak. 

El-Hay(18-324)Sözün tesirli olması, sözü dinlenir olmak. 

El-Kayyûm(156)Bütün işlerde yardımı Allah'tan beklemek, isteklere nail olmak, rızkın devamlı olması. 

El-Vâcid(14-196)Aradığını ve kaybettiğini bulmak. 

El-Mâcid(48)Kazancın bolluğu ve şerefli bir hayat sahibi olmak. 

El-Vâhid/El-Ehad(19-3.669)Kalbin uyanıklığı, isteklerin olması. 

Es-Samed(134)Hiç kimseye muhtaç olmamak. 

El-Kâdir(305)İstediğini yapmaya güç yetirmek. 

El-Muktedir(744)Her işte başarılı olmak. 

El-Mukaddim(184)Daima yükselmek. 

El-Muahhir(847)Kötü ve belalı birinin veya bir işin kendinden uzaklaşması. 

El-Evvel(37)Her hayır işinde birinci olmak. 

El-Âhir(801)Ömrün uzun olması. 

Ez Zâhir(1.106)Her meselenin zuhuru, açıklığı, gizli olmaması. 

El-Müteâlî(551)İstediği makama gelmek ve yüceliğe ermek. 

El-Bâtın(62)Nefsi mutmain ve kalbi geniş olmak, iç rahatlığının artması. 

El-Vâlî(47)Sözünün tesirli olması, insanların kendini sevmesi. 

El-Berr(202)Her halukarda iyilik bulmak. 

Et-Tevvâb(409)Tövbelerin kabul olması. 

El-Müntekım(630)Zulüm ve fenalıklardan korunmak. 

El-Afuvv(156)Rızık bolluğu, kalp huzuru, affedilmek. 

Er-Raûf(287)Merhametinin artması, hiçbir varlıktan zarar görmemek. 

Mâlikü'l-Mülk(212)Mal ve kazanca zarar gelmemesi, maddî ve manevî derecelerin artması. 

Zü'l-Celâli ve'l-İkrâm(1.100)İşlerin kolay ve âsân olması, insanların kendini sevmesi.

El-Muksit(209)Eşlerin arasını düzeltmek ve adaletli olmak. 

El-Câmi(114)Küsleri barıştırmak ve hayırların birleşip toplanması. 

El-Ganî(1.060)Gerçek zenginlik, servet ve geniş rızık, insanlar tarafından sevilmek.

El-Muğnî(1.100)Geçim genişliği, bol rızık ve zenginlik. 

El-Mâni'(161)Kaza ve belalardan emin olmak. 

Ed-Dârr(1.001)Zararlı kişilerden emin olmak ve onları Allah'a havale etmek. 

En-Nâfi'(201)Hastalıklardan korunmak, şifa bulmak, zararlardan uzak durmak. 

En-Nûr(256)Doğruyu ve yanlışı görüp kalp nuruna sahip olmak. 

El-Hâdî(20-400)Doğru yolu bulmak ve çocuklarının serkeş olmaması. 

El-Bedî'(86)Allah'ın yardımına nail olmak, maddî ve manevî güzellik için. 

El-Bâkî(113)Ömrün uzunluğu ve sağlıklı olmak. 

El-Vâris(707)Uzun ömür, bol mal, şeref ve rızık sahibi olmak. 

Er-Reşîd(514)Güzel ahlâk sahibi olmak, kötü alışkanlıklardan korunmak.

Es-Sabûr(298)Başladığı işi kolay bitirmek, sinirini yenmek ve sabırlı olmak.

İslamda yardım nasıl yapılmalıdır? Ve nelere dikkat edilmelidir?


İslamda yardım nasıl yapılmalıdır? Ve nelere dikkat edilmelidir?

Yardım Allah rızası için yapılır. Allah rızası gözetilmeden yapılan iyilikte riyâ ve gösteriş yahut çıkar düşüncesi vardır.

Açıktan yapılan yardım ve sadaka gösteriş ve riyaya kaçabilir. Alan el, veren eli tanımazsa, sağ elin verdiğini sol el görmezse, o yardım daha makbul olur.

Onur kırmakla, ağlatarak, sızlatarak yardım yapılmaz. Gizli verilen sadaka daha makbule geçer.Yardım için gerçek ihtiyaç sahibi aranır.

Sual: Fakirin onurunu kırmamak için sadakayı gizli mi vermek gerekir, yoksa başkaları da yardımda bulunsun diye bir teşvik için açıktan verilmesi mi daha iyi olur?

CEVAP
Sadakayı, yardımları bazen açık vermek gerekirse de, genel olarak gizli vermek daha iyidir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(Sadakayı açık verirseniz güzel olur, gizli verirseniz, sizin için daha hayırlıdır.) [Bekara 271]

Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Kıyamette, başka himaye bulunmayan günde Allahü teâlânın himayesindeki 7 kişiden biri, verdiği sadakayı gizleyen, sağ elinin verdiğinden sol eli haberi olmayan kimsedir.) 
[Buhari] 

(Gizli [sadaka, hayır hasenat ve ibadetler] aşikâreden efdaldir. Ancak, iyi örnek teşkil edecekse, aşikârelik gizliden efdaldir.) [Deylemi]

(Sadakayı gizli vermek Cennet hazinesindendir.) [Hatib]

(Gece kılınan namazın gündüz kılınan namaza göre üstünlüğü, gizli verilen sadakanın, aşikâr verilen sadakaya olan üstünlüğü gibidir.) [Taberani]

(Kur'anı aşikâre okuyan, aşikâre sadaka veren gibi, gizli okuyan da gizli sadaka veren gibidir.) [Tirmizi]

(Gizli sadaka Rabbin gadabını söndürür.) [Beyheki, Taberani, İbni Asakir]

GÖSTERİŞE KAÇMAK

Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(İyi bir amel yapanın amel defterine gizli yapılmış salih amel olarak yazılır ve sevabı 70 kat artırılır. Kişi bu ameli açıklarsa, aşikâre amel sevabı yazılır. Artırılan sevapları silinir. Bu amelini tekrar herkese söyler, adının anılmasından ve övülmekten hoşlanırsa, aşikâre amel sevabı da silinir, gösteriş, riya olarak yazılır.) [Beyheki]

İstemeyi meslek haline getirenler hariç, bir fakire herkesin gözü önünde yardımda bulunmak, sadaka vermek onun haysiyetine dokunabilir. Muhtaçların gönül rahatlığıyla yapılan yardımı alabilmeleri için hayırlar gizli verilmelidir. Bir müddet önce, Bursa’da bir öğrencinin açıktan yapılan bir yardım sebebiyle intihar ettiğini gazetelerden okumuşsunuzdur.

İslam büyükleri, sadakayı gizlice bir a’manın eline bırakır veya fakir uyurken cebine koyar veya bir çocuk vasıtasıyle fakire gönderirlerdi. Fakiri şükran borcu altına sokmamak için gizli verirlerdi.
Maksat riya ve minnetten sakınmaktır. Fakir vereni görürse, riya ve minnet karışabilir. (Gösterişe ve minnete sebep olan hayır kabul olmaz) buyurulmuştur. Farz olan zekâtın aleni olarak verilmesi efdaldir. Bunda riya olamaz. Zekâtın böyle alenen verilmesi, zekâtını vermemiş olmak töhmetinden kurtarır, başkalarına da örnek teşkil etmiş olur. İbni Abbas hazretleri, gizlice verilen nafile sadakanın sevabı, alenen verilenden 70 kat fazladır buyurdu. Zekâtın sevabı ise gizlice verilenlerine göre 25 kat fazladır. 

Gizli sadakanın üç faydası:

1- Halk; fakirin sadakayı ihtiyaçsız aldığını sanarak suizanna düşebilir. Fakir kötülenir, halk da gıybet edebilir.

2- Hadis-i şerifte, (Veren el, alan elden üstündür) buyuruluyor. Sadaka açıktan verilince fakir zillete düşebilir. Müslümanı zillete düşürmemelidir.

3- Sadaka bir cins hediyedir. Hadis-i şerifte, (Birine gelen hediyeye, yanında bulunanlar ortaktır) buyurulmuştur. (Hakim)

Fakir yanında bulunanlara ondan bir şey vermezse hoş olmaz. Buna sebep olmak da hoş değildir.

Peygamberimiz (asm)'in doğum gününü / Mevlid kandilini kutlamak bid'at mıdır?


Peygamberimiz (asm)'in doğum gününü / Mevlid kandilini kutlamak bid'at mıdır?

İmam Suyutî, konuyla ilgili olarak özetle şunları söylemiştir:

“İnsanların Mevlid-i Nebevi için toplanıp Kur’an okumaları, Hz. Peygamber (a.s.m)’in veladetiyle ilgili haberleri/menkıbeleri seslendirmeleri, bu münasebetle yemek tertiplemeleri bid'a-i hasenedir/güzel bir bid'attır. Çünkü, bu toplantılarda Hz. Muhammed (a
.s.m)’e karşı büyük bir tazim, bir saygı, onun dünyaya teşriflerinden ötürü büyük bir sevinç söz konusudur. Bu ise, sahibine büyük bir sevap kazındırır.” (bk. Suyutî, el-Havî li’l-fetavî, 1/272-şamile).

"Mevlid" kelimesinde "doğum" mânası vardır. "Kandil" kelimesinde de "belli günlerde yakılan aydınlık" anlamı mevcuttur. İkisini bir araya getirip de "Mevlid Kandili" dediğimizde, "Resûlüllah`ın doğum gecesinde minarelerde yakılan kandiller" hâtıra gelmektedir. Müslümanlar, her sene Rebiü`l-evvel ayının on ikinci gecesine giriş teşkil eden geceyi dinî merasimlerle ihyâ eder, farklı bir huzur ve neş`eyle tes`id etme titizliği gösterirler. Kandillerle donatılan camiler bu niyetle dolar, taşar...

Müslümanlar bu geceyi, hem kendi açılarından hem de çocukları açısından düşünürler. Kendi açılarından düşünürken ibâdetleri, çevredeki konu komşuya yardımları, çeşitli iyilikleri hatırlar, farklı bir yardım anlayışında olurlar. Çocukları açısından ise, çok dikkatli olurlar. Mâsum dimağlarda gecenin güzel bir hatıra olarak kalmasını temin edecek çarelere başvururlar. Nitekim o günde çocukların sevineceği şeyler alırlar, hoşlarına gidecek sohbetler tertip ederler, gecenin, zihinlerinde tatlı bir hâtıra olarak kalmasını temin ederler.

İslâm dünyasında mevlid merasimi ilk defa, Mısır'da hüküm süren Fatımîler (910-1171) tarafından tertiplenmiştir. Bu merasimler saraya ait olup, sadece devlet erkanı arasında cereyan etmekte idi. Fatimîler, Hz. Ali (r.a.) ve Fatıma (r.anh.)'ın doğum günlerinde de mevlid merasimleri tertip ederlerdi.

Sünnî müslümanlarda ilk mevlid merasimi, Hicri 604 yılında, Selahaddin Eyyubî'nin eniştesi ve Erbil atabeği Melik Muzafferuddun Gökbörü tarafından tertiplenmiştir. Uzun hazırlıklarla düzenlenen merasimler, bütün halkı kapsayan bir şekilde düzenlenirdi. Muzafferuddin, çevre bölgelerden fakıh, sûfi, vaiz ve diğer alimleri Erbil'e çağırır ve kutlamalar gayet debdebeli bir şekilde cereyan ederdi.

Daha sonra, değişikliğe uğrayarak, Mekke'de de mevlid merasimleri tertiplenmeye başlanmıştır. Mekke ve Medine'den sonra mevlid merasimleri, İslam coğrafyasının her tarafında birbirinden farklı şekillerde tertiplenmeye başlanmış ve bu, bugüne kadar sürekliliğini korumuştur.

Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defa III. Murat zamanında, 1588'de resmi hale getirildi. Merasimler, belirlenmiş teşrifât kaidelerine uygun olarak sarayda tertiplenir, ayrıca, önceleri Ayasofya Camii'nde, sonraları ise Sultan Ahmed Camii'nde yapılan merasimlere, devlet erkanıyla birlikte halk da katılırdı.

Bu merasimlerde, önce müezzin tarafından Kur'an-ı Kerîm okunur, bunun peşinden de vaazlar verilirdi. Daha sonra mevlidhân kürsüye çıkar ve bir bölüm okuduktan sonra iner hediyesini alır ve ikinci mevlidhan kürsüye çıkarak, okumaya devam eder ve belirlenmiş kaideler çerçevesinde mevlid kutlamaları son bulurdu. (Asım Köksal, İslam Tarihi)

- Mevlidin dinimizdeki yeri nedir?

Mevlid Peygamberimiz (a.s.m.)'den üç dört asır sonra icad edilen İslâmî bir âdet olmakla birlikte, bid’atın hasene (güzel) kısmına girmektedir. Büyük hadis ve fıkıh âlimi olan İbni Hacer, mevlid merâsiminin meşrûiyeti hakkında şu hadisi zikreder:

İbni Abbas’ın rivayetine göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Medine’ye hicret ettiklerinde Aşure gününde Yahudilerin oruç tuttuklarını öğrenir. Oruç tutmalarının sebebini sorduğunda Yahudilerden şu cevabı alır:

“Bu çok büyük bir gündür. Bugünde Allah, Mûsâ ile kavmini kurtardı. Firavun ile kavmini suda boğdu. Mûsâ da buna şükür için oruç tuttu. İşte biz de bugünün orucunu tutuyoruz.”

“Bunun üzerine Peygamberimiz, ‘Öyleyse biz Mûsâ’ya sizden daha yakın ve evlâyız.’ buyurdu. O günden sonra hem kendisi oruç tuttu, hem de tutulması için tavsiyede bulundu.” (Müslim, Sıyam 127)

İbni Hacer bu nakilden sonra şöyle der:

“Bundan anlaşılıyor ki, böyle bir günde, mevlid gecesinde Allah’a şükretmek tam yerindedir. Fakat mevlid merasiminin Peygamberimizin doğum gününe denk getirilmesi için dikkat etmek gerektir.” (el-Hâvî fi'l-Fetevâ, 1/190)

Bugünkü İslâm ülkelerinde Peygamberimizin doğumunu yâd etmek, ona salât-selâm getirmek maksadıyla çeşitli dillerde okunan mevlidler vardır. Arapça “Bâned Suâd, Bürde ve Hemziyye” kasideleri birer mevliddir. Türkçede ise yirmiden fazla mevlid manzumesi vardır. Fakat bunların içinde en çok tutulan ve okunanı Süleyman Çelebi merhumun 1409 yılında yazdığı "Vesiletü’n-Necât" isimli mevlid kitabıdır. Önceleri yalnız Peygamberimizin doğum gününde okunan ve tertip edilen mevlid merâsimleri, daha sonra bütün mübarek gecelerde tekrarlanmış, bilhassa memleketimizde daha da yaygınlaşarak, ölüm, hastalık ve daha birçok vesilelerle okunagelmiştir. Bazı İslâm âlimleri mevlidi bid’at sayarak karşı çıkmışlarsa da yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Bediüzzaman, zamanımızda bu meseleyi şöyle tashih etmiştir:

“Mevlid-i Nebevî ile Miraciyenin okunması gayet nâfi (faydalı) ve güzel âdettir ve müstahsen (iyi, hoş) bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin gayet lâtif ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir (sohbet sebebidir). Belki hakaik-i imani-yenin ihtarı (hatırlatılması) için, en hoş ve şirin bir derstir. Belki îmanın envarını ve muhabbetullah ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyic (heyecan uyandıran) ve müessir bir vasıtadır.” (Nursi, Meklubat, s. 281-285)

- Kandiller nasıl değerlendirilmelidir?

Bütün kandil gecelerinde yapılabilecek ve yapılması gereken önemli bir takım afv ü mağfirete nail olma, ecr ü sevap kazanma, manevî terakki kaydetme, bela ve musibetlerden kurtulma ve rıza–i İlâhiye ulaşma vesileleri vardır ki, bunlardan bazılarını maddeler hâlinde kısaca ve toplu olarak yeniden hatırlamakta yarar var:

1. Kur'ân–ı Kerim okunmalı; okuyanlar dinlenmeli; uygun mekânlarda Kur'ân ziyafetleri verilmeli; Kelamullah’a olan sevgi, saygı ve bağlılık duyguları yenilenmeli, kuvvetlendirilmeli.

2. Peygamber Efendimiz (asm)’e salâtü selâmlar getirilmeli; O’nun şefaatini ümit edip, ümmetinden olma şuuru tazelenmeli.

3. Kaza, nafile namazlar kılınmalı; varsa o geceye ait nakledilen namazlar, onlar da ayrıca kılınabilir; kandil gecesi, özü itibariyle ibadet ve ibadette ihsan şuuruyla ihya edilmeli.

4. Tefekkürde bulunulmalı; “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, Allah’ın benden istekleri nelerdir?” gibi konular başta olmak üzere, hayatî meselelerde derin düşüncelere girmeli.

5. Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı ve şimdinin ve geleceğin plân ve programı çizilmeli.

6. Günahlara samimi olarak tövbe ve istiğfar edilmeli; idrak edilen geceyi son fırsat bilerek nedamet ve inabede bulunulmalı.

7. Bol bol zikir, evrad ü ezkarda bulunulmalı.

8. Mü’minlerle helalleşilmeli; onlarla irtibatımız cihetinden rızaları alınmalı.

9. Küs ve dargın olanlar barıştırılmalı; gönüller alınmalı; kederli yüzler güldürülmeli.

10. Kişi kendine ve diğer mümin kardeşlerine hattâ isim zikrederek dualar etmeli.

11. Üzerimizde hakları olanlar aranıp sorulmalı; vefa ve kadirşinaslık ahlâkı yerine getirilmeli.

12. Yoksul, kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, sakat, yaşlı olanlar ziyaret edilip, sevgi, şefkat, hürmet, hediye ve sadakalarla mutlu edilmeli.

13. O gece ile ilgili âyetler, hadîsler ve bunların yorumları ilgili kitaplardan ferden veya cemaaten okunmalı.

14. Dini toplantılar, paneller ve sohbetler düzenlenmeli; va’z ü nasihat dinlenmeli; şiirler okunmalı; ilâhî ve ezgilerle gönüllerde ayrı bir dalgalanma oluşturmalı.

15. Kandil gecesinin akşam, yatsı ve sabah namazları cemaatle ve camilerde kılınmalı.

16. Sahabe, ulema ve evliya türbeleri ziyaret edilmeli; hoşnutlukları alınmalı; ve manevî iklimlerinde vesilelikleriyle Hakk’a niyazda bulunulmalı.

17. Vefat etmiş yakınlarımızın, dostlarımızın ve büyüklerimizin kabirleri ziyaret edilmeli; iman kardeşliğine ait sadakati yerine getirilmeli.

18. Hayattaki manevî büyüklerimizin, üstadlarımızın, anne ve babamızın, dostlarımızın ve diğer yakınlarımızın kandilleri bizzat giderek veya telefon, faks yahut e–mail çekerek tebrik edilmeli; duaları istenmeli.

19. Bu kandil gecelerinin gündüzlerinde mümkün olduğunca oruç tutulmalı.

Mübarek gecelerin ihyası ile ilgili özel bir ibadet mevcut değildir. Namaz, tilavet–i Kur'ân, dua gibi bütün ibadet çeşitleri ile gece ihya edilebilir... Mübarek gecelerde kılınan bazı hususi namazlar sünnette mevcut değildir; muteber bir rivayete de istinad etmezler. Bu, “O gecelerde namaz kılmak mekruhtur.” anlamına gelmez. Teheccüd ve nafile namazları teşvik eden rivayetler çoktur. Bunların mübarek gecelerde yapılması elbette daha faziletlidir.” (Canan, Kütüb–ü Sitte, III/289).

Kandil gecelerine ait olduğu kaydedilen namazları ayrıca kılmakta ise bir sakınca yoktur; sevaptan hâli değildir.

https://sorularlaislamiyet.com/blog/peygamberimiz-asmin-dogum-gununu-mevlid-kandilini-kutlamak-bidat-midir

İçeriği Kur'an'da yer almayan hadislerin yokluğu hukuken eksiklik olur mu?



İçeriği Kur'an'da yer almayan hadislerin yokluğu hukuken eksiklik olur mu?

- Peygamber sağ değil. Videosu da yok. Onun sözü diye bize ulaşan sözlerin ona ait olduğu kanıtlanamıyor. Hukukta polisin alıp imzaladığınız ifade bile delil teşkil etmeyebiliyor.
- Hadis kitaplarına bakıyoruz. Bir hadise göre peygamberimiz "Benim sözlerimi yazmayın diyor." diğer hadise göre de "yazabilirsin" diyor.
- Bir 
kitap içinde bir tane bile çelişki bulunması o kaynağın hukuki değerini siler geriye sadece arkeolojik değeri kalır. Oysa bu hadis kitaplarında bir tane değil çok sayıda çelişki var. İşte bu yüzden bazı kişiler tüm hadisleri reddediyor.
- Bir düşünelim benzer bir durum Kur'an içinsde olsa ne yapardık? Mesela İncil içinde de doğru bilgiler var ancak Kur'an ile aynı statüde tutabilir misiniz?
- Hadislerin içinde gerçekten peygamberimizin sözleri olabilir ancak bunları kesin olarak ayırt edemediğimiz için ve/veya bu sözlerin zaten Kur'an ile çelişmediği ve Kur'an'da yer almayan bir içeriğe sahip olmadığı için bu sözlerin eksikliği hukuken bir eksiklik doğurmaz, öyle değil mi? - - - Ancak olsa olsa arkeolojik bir belgeyi yitirmiş mi oluruz?

CEVAP:

- Soruda geçen bu bilgiler taraflı olduğu kadar tutarsızdır da. Örneğin:

a) “Bir hadise göre Peygamberimiz "Benim sözlerimi yazmayın diyor." diğer hadise göre de yazabilirsin diyor.” ifadesi hakikati göstermiyor ve doğru değildir. Çünkü, Hz. Peygamber (asm) nübüvvetin ilk zamanlarında daha Kur’an’ın üslubuna aşina olmayan sahabenin hadisleri Kur’an’la karıştırmamaları için “hadisin yazılmasını” yasaklanmıştır. Bu mahzur ortadan kaktıktan sonra “hadislerin yazılmasına” izin verilmiştir. Bunun dinen ve hukuken ne sakıncası vardır?

b) “Bir kitap içinde bir tane bile çelişki bulunması o kaynağın hukuki değerini siler geriye sadece arkeolojik değeri kalır.” bilgisi de doğru değildir. Dünyada Kur’an’dan ve sahih hadislerden başka içinde bir tek yanlış bulunmayan belki de hiçbir kitap yoktur. Ve hepsinden de istifade edilmektedir.

Özellikle hukuk kitapları, örneğin bir anayasa veya yasaları içeren kitapların içinde bir değil onlarca yanlışın olduğunu bilmek için hukuk allamesi olmak gerekmez. Her gün Türkiye’de bu konudaki tartışmalar bunun açık göstergesidir.

c) Bir bahçeye giren bir insan gördüğü çürük bir elmadan ötürü diğer bütün elmaların da çürük olduklarına hükmederse “arkeolojik bir deli” damgasını hakeder.

d) İslam alimleri, bu konuda yaptıkları ilmi çalışmalarla, sahih, zayıf veya mevzu hadislerin bilimsel kriterlerini ortaya koymuşlar ve bu konuda onlarca kaynak eser meydana getirmişler. İslami literatürdeki hadisler konusunda yapılan analizlerin bir benzerini, dünyada var olan başka hiçbir ilim dalı hakkında bulamazsınız.

e) Hadisler dışında ve hadis alimlerinin ortaya koyduğu tarihi bilgiler dışında dünyada hangi ilim ve bilgi kaynağı için “senetli-sepetli” malumat vardır...

Milyonlarca senetsiz bilgi kaynağını rahatlıkla kullanırken, sıra her tarafında tespit mekanizması olan senetlerle dolu “hadis edebiyatı”na gelince “kraldan daha fazla kral kesilmek” ve İslam dininin en az üçte birini ortadan kaldıran bir yoruma imza atmak, gerçekten aklen ve dinen büyük bir cürettir.

- Bilindiği üzere, Peygamber Efendimiz (asm) Kur’ân-ı Kerim'de açıkça bildirilmeyip, kapalı bırakılan yerleri, söz, fiil ve takrirleri ile ashabına açıklamışlardır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim'in en sağlam tefsiri olan sünnet-i seniyye, İslâm hukukunun ikinci kaynağıdır.

Peygamber Efendimiz (asm)'e bir mesele sorulduğunda kendisine vahiyle bildirildiği gibi, bazen onun içtihadına da bırakılırdı. Ancak içtihadı vahyin kontrolünde idi. Ashab-ı kiramın hepsi müçtehid oldukları için, Peygamber Efendimiz (asm) onlara içtihad etmeleri hususunda müsaade etmişlerdi.

Nitekim Yemen’e kadı olarak gönderdiği Muaz bin Cebel’e, ne ile hükmedeceğini sormuş, o da bir meselenin hükmünü açıkça Kur’ân-ı Kerim'de ve hadis-i şerifte bulamazsa ictihad edeceğini söylemiş, Resulullah (asm) da onun bu cevabını beğenmişti. En sahih hadis ve tarihi kayıtlardan biri olan bu hadiste de “hadislerin teşriin/dinin ikinci kaynağı” olduğunu görüyoruz.

f) Soruda “Hadislerin içinde gerçekten Peygamberimizin sözleri olabilir, ancak bunları kesin olarak ayırt edemediğimiz için ve/veya bu sözlerin zaten Kur'an ile çelişmediği ve Kur'an'da yer almayan bir içeriğe sahip olmadığı için, bu sözlerin eksikliği hukuken bir eksiklik doğurmaz.” denilmiş ve bizden de onay almak için “Öyle değil mi?” sorusuna yer verilmiştir.

Buna cevabımız: “Öyle değil!..”dir. Çünkü: “zaten Kur'an ile çelişmediği ve Kur'an'da yer almayan bir içeriğe sahip olmadığı için...” bilgisi A’dan Z’ye yanlıştır. Zira hadislerde -İbadetlerden ta muamelata kadar- Kur’an’da açıkça bulunmayan yüzlerce bilgi var ve İslam alemi bu bilgiye göre amel etmektedir. Bunu işin erbabı çok iyi bilir ve biz de tefsir, hadis ve fıkıh uzmanları olarak bunları söylüyoruz.

g) Hz. Peygamber (asm)'in sünnetinin teşri kaynağı olduğunu inkâr eden veya sahih bir hadisin Hz. Peygamber (asm)'in sözü olduğuna inandığı halde kabul etmeyen dinin dışına çıkmış olur. Bu husus âlimlerin ittifakla kabul ettiği bir konudur.

Nitekim, İmam Ebu İshak b. Rahuye: “Hz. Peygamber (asm)'den kendisine gelen bir haberin doğru olduğuna inandığı halde -hayatî bir zorlama olmaksızın- onu reddeden kâfir olur.” hükmünü vermiştir.

Yine Suyutî; “Hadis otoriteleri tarafından sıhhatin şartı olarak kabul edilen kriterlere sahip olan bir hadisi inkâr eden kimse kâfir olup Yahudî, Hristiyan ve diğer kâfir kafilelerle birlikte haşr olur.” şeklinde fetva vermiştir. (bk. Suyutî, Miftahu’l-Cenne fi’l-ihticaci bi’s-Sünne, s.14)

Keza Allame İbnu’l-Vezîr de şunları söylemiştir: “Hz. Peygamber (asm)'in hadisi (sözü) olduğunu bildiği halde onu inkâr eden kimse kâfir olur." (bk. el-Avasım ve’l-kavasım, 2/274)

Alimlerin bu ifadeleri, hadislerin dindeki önemini göstermektedir.

h) Burada çok önemli bir kuralı hatırlatmak isteriz. İslam hukukunda ve gerçek adalet anlayışında “Bir tek masumun hakkı bütün dünyaya feda edilmez.” “Bir gemide 99 cani bulunsa bir tek masum olsa o gemi hiç bir kanun-u adaletle batırılmaz.”

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

“Nasılki sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ bir tek masum, dokuz câni olsa; yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.” (bk. Mektubat, s.263)

Kur’an’da defalarca vurgulanan bu kaideye göre, “bir hadis kaynağında dokuz tane zayıf, yalnız bir tane sahih hadis varsa", böyle bir hadis kitabını yok hükmünde saymak büyük bir zulüm olur.

Kaldı ki, her zayıf hadisin manası yanlış da değildir. Sadece ilgili sözün Resulullah (asm)’a olan aidiyetinde bir tereddüt vardır. İslam alimleri bu hususu açıkça beyan etmişler.

Bununla beraber, hadislerdeki bilgiler neredeyse dinin üçte birini teşkil ediyor. Bunları bir kenara atarsanız ortada din diye bir şey kalmaz.

İşte namaz, işte oruç, işte hac, işte zekât, işte nikah, işte alışveriş, işte adab-ı muaşeret, hülasa işte İslam! İslam’ın ikinci teşri kaynağı olan sünneti ve bu sünneti bize kadar getiren hadisleri toptan inkâr ederseniz, yalnız dini bir risk taşımakla kalmazsınız, aynı zamanda milyonlarca İslam alimlerinin aklını da hafife almak suçunu işlemiş olursunuz. O zaman da yalnız meleklerin nazarında değil insanların nazarında da aklınız hafife alınır.. Vesselam!..

İlave bilgi için tıklayınız:

- Hadislerin bir çok raviden geçtiğini dikkate alırsak, hadislere neden güvenelim?
- Sünnetin bağlayıcılığı, örnek alınması ve kaynağının vahiy olup ...
- Hadislerin yazılması, toplanması / tedvini, günümüze kadar ...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

https://sorularlaislamiyet.com/icerigi-kuranda-yer-almayan-hadislerin-yoklugu-hukuken-eksiklik-olur-mu

Hadislerin yazılması, toplanması / tedvini, günümüze kadar ulaştırılması ve sünnetin bağlayıcılığı konusunda detaylı bilgi verir misiniz?


Hadislerin yazılması, toplanması / tedvini, günümüze kadar ulaştırılması ve sünnetin bağlayıcılığı konusunda detaylı bilgi verir misiniz?

- Peygamber Efendimiz (asm)'in irtihalinden sonra, iblisin hadis-i şeriflerde değişiklik yaptığını iddia edenler var. Böyle bir şey doğru olabilir mi?

İslâm âlimlerinin hepsi, Kur’ân’ı açıklamada Peygamber (asm) sünnetini birinci kaynak olarak görmüşlerdir. Bu
nun dayandığı bir gerçek var mı?

Evet, peygamberlik görevi sadece Kur’ân’ı getirmekle bitmez; onu açıklamak, izah etmek ve nasıl tatbik edileceğini göstermek, onun görev sınırları içindedir. Meselâ şu âyetler onun İlâhî görevlerinden bir kısmını belirtiyor:

“Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.”(İbrahim,14/4)

“O kimseler ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de vasıflarını yazılı buldukları ümmî peygamber olan Resulullaha uyarlar. O peygamber ise kendilerini iyiliğe sevk edip kötülükten sakındırır; temiz ve güzel nimetleri onlara helâl, habis olanları ise haram kılar; daha önce kendilerine yüklediğimiz ağır yükleri ve üzerlerindeki bağları onlardan kaldırır. İşte ona îmân eden, ona hürmet eden, düşmanlarına karşı ona yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nûra uyanlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”(A'raf, 7/157)

“Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (Ahzab, 33/36)

“Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle râzı olup uymadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 4/65)

“Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Kim bundan yüz çevirirse, seni öylelerinin üzerine muhâfız olarak göndermedik; sen ancak doğru yolu gösterip tebliğ etmekle mükellefsin.”(Nisa, 4/80)

“Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.”(Haşir, 59/7)

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Âl-i İmran, 3/31)

Evet, buna benzer âyetler Peygamberimizin (asm) görevini, sadece Kur’ân’ı insanlara getirmekle sınırlı olmadığını belirtiyor. Bunu biraz açabilir miyiz?

1. Efendimizin (asm) bir görevi özet şeklinde olan âyetleri açıklamaktır: Meselâ Kur’ân “Namaz kılın” diyor, ama namaz nasıl kılınacak? “Rükû ve sücud yapın” diyor, ama rükû ve sücud nasıl yapılacak, teferruat vermiyor. Kıyam nasıl yapılacak, ayrıntı yok. İşte Peygamberimiz (asm) “Ben nasıl namaz kılıyorsam öyle kılın” diyerek âyet-i kerimeyi şekil ve muhteva olarak açıklıyor ve nasıl tatbik edilebileceğini gösteriyor. Namaz, oruç, zekât, hac gibi Kur’ân-ı Kerimde mücmel (özet) olarak gelip açıklanmayan emirleri Peygamberimiz açıklıyor.

2. Efendimizin görevleri arasında, anlaşılması zor olan âyetleri açıklamak da vardır.

Meselâ âyet-i kerîmede,

“Onlara karşı gücünüzün yettiği her türlü kuvveti ve cihad için ayrılıp eğitilmiş atları hazır tutun ki, onunla Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve bunlardan başka sizin bilemediğiniz, fakat Allah’ın bildiği düşmanlarınızı korkutasınız.” (Enfâl, 8/60)

buyuruluyor. Bu âyette “Kuvvet ve savaş atlarını hazır bulundurun.” tabiri geçiyor. Sahabe Peygamberimize sormuş: “Kuvvet nedir?” Peygamberimiz (asm), “Bilin, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır.” diye üç defa tekrar etmiştir. Her devrin değişen atma vasıtalarına süratle, vakit kaybetmeden ayak uydurmamızı emir buyurmuştur.

3. Sonra Kur’ân-ı Kerimin mutlak ve âm (sınırsız ve genel ifadeli olan) âyetlerini takyitle tahsis ediyor, yani onlara sınır getiriyor. Meselâ,

“Allah alışverişi helâl, faizi ise haram kıldı.”(Bakara, 2/275)

buyuruyor. Bu âyet-i kerîmeye göre her şeyin alışverişi helâldir. Ama Peygamberimiz (asm) buna bir sınır getirerek domuzun ve içkinin alışverişini yasaklamıştır. Demek meşru alışverişin sınırlarını bu şekilde açıklamış oluyor.

Diğer bir örnek ise şu âyet-i kerimedir:

“İman eden ve imanlarına zulüm bulaştırmamış olanlar, korkudan emin olmak işte onların hakkıdır ve doğru yola eriştirilenler de onlardır.”(En'am, 6/82)

Sahabe bu âyet gelince telâşlanıp Peygamberimize sormuş: “Hepimiz nefsimize zulmediyoruz. Yâ Resulallah, bizde zulme düşmeyen var mı?” Peygamber (asm.) “Şirk pek büyük bir zulümdür.” âyetini hatırlatarak, buradaki zulmün şirk olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla bu neviden olan Kur’ân-ı Kerim'deki anlaşılması zor olan âyetleri Peygamberimiz (asm) açıklıyor.

4. Sonra Kur’ân’da olan meseleler ayrıca Peygamberimiz (asm) tarafından tekraren teyit ve te’kid edilmiştir. Böylece onun daha iyi anlaşılması sağlanmıştır. Bu da bu sadette söylenebilir.

5. Peygamberimizin bir de şâri’ yönü, yani, Kur’ân’da olmayan hükümleri koyma yetkisi var. Meselâ, yiyeceklerden haram olanların isimleri iki âyet-i kerimede belirtilir. Ama onların hiçbirisinde eşek eti geçmez. Peygamberimiz (asm) Hayber Seferi sırasında, ehlî (evcil) eşek etini haram etmiştir.

- Bunlar niçin Kur’ân’da açıklanmamış da Peygamberimize bırakılmıştır?

Kur’ân bütün teferruatı verseydi ciltlerle dolu bir kitap olurdu. Halbuki bu da Kur’ân’dan istifademizi zorlaştırır. Bu bakımdan meselelerin bir kısmının açıklamasını Peygamberimize bırakmıştır. Peygamberimize bıraktırmasının da ayrıca birtakım maslahatları var. Çünkü birtakım meseleler zaman içerisinde neshedilmiş, yürürlükten kalkmıştır.

Hem hadislerin bir kısmı bize zayıf hadisler şeklinde gelmiştir. Bu zayıf hadislerle amel ihtilâf getirmiştir. İhtilâf ise ümmet için rahmettir. Halbuki Kur’ân-ı Kerim'de kesin olarak bütün bu meseleleri zikretmiş olsaydı, orada ihtilâf etme şartımız azalırdı. Dinimizin gelişen zamana ve toplum şartlarına göre esnekliği azalabilirdi. Halbuki dinimizin üstün bir yönü -kanatimce- zamana ve zemine göre yeni yorumlara imkân tanımasıdır. Bu güzel birşeydir.

Hattâ dahası var; Peygamberimiz (asm) de âlimlere bir marj bırakmıştır. Dinimizin güzelliği bu. Âlimler Kur’ân-ı Kerim ve Sünnetten hareketle hüküm koymada birtakım temel kaideler belirtmiş ve usul koymuştur. Âlimler bu usullerle yeni meseleleri yoruma kavuşturuyor. Böylece başka şeriata ve kültür sistemine ihtiyaç hasıl olmadan, kanun alma ihtiyacı duymadan yeni şartlara göre kanunlarımızı kendimiz koyabiliyoruz. Nitekim Osmanlının son dönemlerine kadar bütün ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarımız kendi değerlerimiz çerçevesinde kanunlaştırılmış, Kur’ân ve Sünnetten çıkartılmıştır.

Halkımız hadislerle Kur’ân-ı Kerimi nasıl öğrenecek? Meselâ Yâsin Sûresini hepimiz çok okuyoruz. “Peygamberimiz acaba bu sûreyi nasıl tefsir etmiş” diye öğrenmek istesek, bunu nereden bulacağız. Bir usulü, yöntemi var mı bunun?

Öncelikle Kur’ân, Kur’ân ile tefsir edilir. Çünkü bir âyet diğer bir âyeti açıklar. Bir konu bir yerde bir yönü anlatılır, diğer bir yerde diğer bir yönü anlatılır ve hakeza. Fakat Peygamberimizin de Kur’ân’la ilgili çokça tefsiri vardır. Buharî’nin en geniş bölümlerinden birisi Tefsir’dir. Tirmizî’nin en geniş bölümlerinden birisi yine Tefsir bölümüdür. Kaldı ki Buharî ve Tirmizî’de yer almayan tefsire müteallik hadisler, başka kaynaklarımızda verilmiştir.

Ben bazan matematiği uygulayarak diyorum ki: bir doğru iki noktadan geçer. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerimden çıkaracağımız bir mânâda Kur’ân-ı Kerim çıkış noktasıdır. İkinci bir nokta olarak Hadise atıf yapmazsak, o zaman o tek noktadan binlerce görüş çıkabilir. Halbuki din nedir? Tevhid, birlik, beraberlik dinidir. O âyetten herkes kendi kafasına göre bir yorum değil, gerçeğe uygun yorum çıkaracaktır. Acaba Peygamber (asm) ne demiştir, ona bakacağız. Peygamber sözlerinde yoksa, acaba Sahabe ne demiştir, Tabiîn ne demiştir, Etbeuttabiîn ne demiştir, onlara bakacağız. Onlar Kur’ân’ı aslına uygun şekilde anlama şansına bizden daha çok sahipti.

- Hadislere ne derece güvenilir?

Hadislere güvenmemek için bir sebep yok. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur’ân-ı Kerim insanları Peygamberimize (asm) yöneltiyor, “Onun getirdiğini alın, onun yasakladıklarından kaçının” diyor. Yani Kur’ân ikinci bir kaynağı olarak devamlı şekilde Peygamberimizi nazara veriyor.

İkincisi Peygamberimiz (asm) kendisini öne sürüyor, Sünnetine dikkat çekiyor ve Sünnetle bu işin yürüyeceğini Peygamber Efendimiz (asm) ifade ediyor. Meselâ Peygamberimiz Hz. Muaz’ı Yemen’e gönderiyor. “Orada ne ile amel edeceksin?” diyor. Hz. Muaz “Kur’ân’la amel edeceğim.” diyor. “Kur’ân’da bulamazsan?” diye soruyor Peygamberimiz. “Sizin sünnetinizle,” diyor Hz. Muaz. “Sizin sünnetinizde bulamazsam, içtihadımla” diyor. Peygamberimiz (asm) bundan çok memnun kalıyor. İslâm ulemasının hepsinin elinde delildir bu hadis. İçtihadın gerekli olması hususunda, Sünnetin delil olması hususunda bu delildir. Dolayısıyla Resulullahın sağlığında Sahabe ikinci kaynak olarak hadisi bilmektedir.

Hz. Ömer anlatıyor: “Ben emsalim bir kardeşimle münavebe yaptım. Bir gün o tarlaya gidiyor tarla işlerini yürütüyor, ben Resulullaha gidiyorum, orada Resulullahı dinliyorum. Akşam gelince emsalim olan kardeşime o gün Resulullahtan gördüğümü, duyduğumu anlatıyorum. Ertesi gün ben tarlaya gidiyorum, emsalim kardeşim Resulullahı takibe gidiyor, duyduğunu, gördüğünü akşam bana anlatıyor. Böylece Peygamberimizi her gün yakından takip etme fırsatı buluyoruz.”

Bir Sahabî diyor ki: “Ben Resulullahtan her duyduğumu yazardım. Bana dediler ki, ‘Resulullah da bir insandır. Bazan öfkeli halde konuşur, bazan sükûn halinde konuşur. Herşeyini yazmak doğru değildir.’ Bunun üzerine vazgeçtim. Ama duyduklarım aklımda kalmaz hale geldi. Onun için yine Peygambere gidip durumu anlattım. ‘Yâ Resulallah, senden güzel şeyler işitiyor ve bunları yazıyordum. Fakat Ensar böyle böyle söyledi. Bunun üzerine vazgeçtim. Ama şimdi yazmayınca da rahatsızım, ne yapayım?’ dedim. Resulullah mübarek ağzını göstererek ‘Bundan haktan başka birşey çıkmaz, yaz’ buyurdu.”

Yine Resulullaha uğrayanlar oluyor ve hafızalarından şikâyet ediyorlar. Peygamberimiz onlara “Sağ elini yardıma çağır.” buyuruyor, yazmalarını söylüyor.

Bir başka şey daha söyleyeyim. Enes (r.a.) çok hadis rivayet edenlerin arasında yer alır ve Müksirûn denilen yedi kişiden biridir. Müstedrek’te rastladığım bir hadiste Hz. Enes diyor ki: “Ben Resulullah'tan gündüzleri hadis yazar, geceleri tashih etmesi için ona okurdum.” Yani, Peygamberimiz (asm) onun yazdıklarını düzeltiveriyor. Ondan sonra hadis ilminde talebelerin öğrendiği hadisleri hocalara götürüp okuması, arz etmesi söz konusu olmuştur. Talebe yazdığını, ezberlediğini hocanın önünde okur, hoca onu tashih ederdi ve öyle icazet alınırdı.

- Bütün hadislere Kur’ân tefsiridir diyebilir miyiz?

Evet. Peygamberimiz (a.s.m.) yaşayışı ile Kur’ân-ı Kerimi pratiğe dökmüştür. Dolayısıyla Kur’ân’ın insanlardan istediği ideal hayat tarzı ve şekli Peygamberimiz (asm)'de kendini göstermektedir. Bunu eğer kulluk noktasından ele alırsak, Allah’a karşı kulluğumuzun nasıl olması gerektiğini en mükemmel şekilde Peygamberimiz (asm) göstermiştir. İbadetlerin hepsini Peygamberimiz en mükemmel şekilde yerine getirmiştir. Peygamberimizin kulluğu, Kur’ân-ı Kerim'in bizden istediği kulluğun en mükemmel şeklidir, bütün yönleriyle. Beşerî münasebetler de öyle. İnsanlarla ve komşularıyla olan münasebetlerinde en güzel örnekleri göstermiştir. Karı koca münasebetlerinde en güzel karı koca münasebetlerini ortaya koymuştur. Çocuk terbiyesinde, çocuklara karşı nasıl davranılması gerektiğini göstermiştir.

Demek ki Peygamberimiz (a.s.m.) bütün hayatının her safhasında, her kesitinde, her karesinde en güzel örnek olarak Kur’ân-ı Kerim'in idealini temsil etmiştir, yaşamıştır, göstermiştir. Müslümanlar bunu imkânları nispetinde aynen Peygamber (asm)'den alabilirler. Bir hadiste Hz. Ayşe Peygamberimiz ahlakını “Onun ahlâkı Kur’ân ahlâkıydı.” diye ifade ediyor. Dolayısıyla Peygamberimiz (asm) ahlâk yönüyle de Kur’ân-ı Kerim'in ahlâkını şerh etmiştir, açıklamıştır. Belki hepsini kelama dökmemiştir, ama fiile dökmüştür. Onun her sözü, her fiili ve her davranışı, Kur’ân-ı Kerim'in ruhunun tefsiridir.

Diğer yandan, eski milletlerle ilgili kıssalara da açıklama getirmiştir. Hz. İbrahim (as)’in bazı Kur’ân’da olmayan meselelerini Peygamberimiz (asm)'in hadislerinde bulabiliyoruz. Demek ki, Kur’ân’ın temas ettiği, insanlığa getirmek istediği, vermek istediği, hukuk olsun, ahlâk olsun, yaşayış tarzı olsun, bütün derslerin hepsini Peygamberimiz (asm)'in hayatında, bazan sözleriyle, bazan fiilleriyle, bazan tahlilleriyle bulabiliyoruz.

Şimdi Kur’ân-ı Kerim'de “Yiyin, için, israf etmeyin...” buyuruluyor. Başka bir âyette de, tebziri yasaklıyor. tebzir, israfın kardeşidir. Şimdi bu iki âyeti daha iyi anlamak için Peygamberimizin uygulamasına bakalım:

Efendimiz (asm) israfa gayet net bir sınırlama getirmiştir ki, bunun en canlı örneği abdesttir. Abdest alırken suyu israf etmemek için ölçülü kullanırdı. Üç avuç suyla organları yıkamayı emir buyurmuştur. Fazlası mekruhtur. Bu miktarla sınırlamış Peygamberimiz (asm). Sahabe şaşırıyor ve diyor: “Yâ Resulallah, suyun tasarrufu için mi?” “Hayır,” diyor Peygamberimiz. “Nehir kenarında olsan bile organlarını üçer defa yıkayacaksın.”

Ben hadislerde gördüm, Ebu ed-Derdâ’dan gelen bir rivayet: “Bir gün Peygamberimiz bir yere giderken nehre rastlamış. Oradan bir kap su getirmişler Peygamberimize. O da onunla abdest almış ve bir miktar su artmış. Biz olsak o suyu şöyle etrafa serpiveririz. Halbuki Peygamberimiz (asm) buyuruyor ki:

"Gidin, bunu nehre boşaltın. Ola ki ileride bir canlının kursağına gıda olur.”

Bir de, fazla yesek, fazla konuşsak, zamanımızı boş yere geçirsek, israf yapmış oluruz. Bunlar da bizim geri gelmeyecek israflarımız. Veya bir kibrit çöpünün yakılması da israftır. Bunlar da mekruhtur. Günde beş defa abdest alırken suyun israf edilmemesiyle, tabiata karşı saygı dersi verilmiştir. İsrafın hayatın diğer alanlarında da ciddî bir mesele olduğu, abdest örneğiyle ders veriliyor.

Şimdi, “İsraf etmeyiniz” âyet-i kerimesinin açıklanmasına bakınız. Demek âyet-i kerimeyi okuduğumuz zaman bu âyetlerin hadis-i şeriflerde nasıl açıklandığına bakmamız lâzım. Hadis kültürümüz ne kadar geniş olursa Kur’ân-ı Kerimi o nisbette anlamış oluruz.

Ben sonuç itibarıyla şöyle bir şey söyleyebilir miyim? Kur’an-ı Kerim'den bir ayet okuduğumuz zaman, bunun anlamını meallerden ve tefsirlerden öğrenmeye çalışacağız. Ancak bununla yetinmeyeceğiz, hadis kültürümüzü çoğaltacağız. Bol miktarda hadis öğrenerek bunlarla hayatımızı şekillendireceğiz. Bu şekilde Kur’ân’ı okuduğumuzda onun anlamını Efendimizden bizzat öğrenmiş gibi olacağız.

İşte bunu anlayan âlimlerimiz, meselâ Taberî, bir âyetle ilgili aklına ne kadar hadis gelmişse hepsini yazmıştır. Taberî tefsirinde çok hadis naklediyor diye bazıları tenkit bile etmiş. Kırk ciltlik tefsirinin büyük bir bölümü hadislerle doludur. Ama hadislere baktığımız zaman, âyetleri daha iyi anlıyoruz. Çünkü hadisin verdiği nur başka, kendi tefekkürümüzle çıkartacağımız mânâ başka. Benim görüşüm, Kur’an-ı Kerimi hadislerle anlamaya yönelmek en güzeli.

HADÎSLERİN YAZILMASINA İZİN VEREN RİVAYETLER

Hadîslerin yazılmasına ruhsat veren, yazıldığını gösteren rivayetler çoktur. Bunlardan biri, yazdığı hadîsler, kitap halinde sonraki nesillere intikal eden Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh) 'a aittir. Der ki:

“Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) 'den işittiğim şeyleri, ezberlemek arzusuyla yazıyordum. Kureyş beni menederek: 'Sen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan her duyduğunu yazıyorsun, halbuki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) bir insandır, öfke ve rıza, her iki hâlde de konuşur.' dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Ancak durumu da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)''e arzettim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) parmağıyla mübarek ağızlarına işaret buyurarak: 

'Yaz, Nefsimi elinde tutan Allah'a kasem ederim, buradan haktan başka bir şey çıkmaz.' dedi."

Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh)'ın sistemli şekilde hadîs yazdığını te'yid eden bir rivayet Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'ye aittir ve üstelik Buhâri'de kaydedilmiş bulunmaktadır. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) şöyle buyurur:

"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'den çok hadîs (bilmede) Abdullah İbnu Amr hâriç, bana yetişen yoktur. O, beni geçer, zira o yazardı, ben ise yazmazdım."

Hadîslerin yazılması hususunda ruhsat ifade eden rivayetler bundan ibaret değildir. Hafızasından şikâyet edenlere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)ın: "Sağ elinizi yardıma çağırın", "İlmi yazı ile bağlayın" gibi tavsiyeleri, bazı konuşmaların yazılı metnini isteyenlere yazılı verilmesi, hepsi de hadîsten ibaret olan uzunluğu birkaç satırdan bir kaç sayfaya ulaşan ve sayısı üç yüzü bulan pek çok "mektup (yani yazılı vesika)" ların varlığı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, hadîslerin yazılması hususundaki ruhsatına yeterli delillerdir. Sadece mektuplar değerlendirilse bile Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Kur'ân'dan başka bir şeyin yazılmasına sistematik, ısrarlı bir muhalefette bulunmadığı, tam tersine, medenî hayatta yazının geniş çapta kullanılmasına büyük ehemmiyet verdiği anlaşılır.

EBU HÜREYRE'NİN SAHİFE-İ SAHÎHA'SI:

Bazı rivayetler Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)'dan işittiği hadîslerini yazdığını ifâde etmektedir. Bu sahifenin ismi Sahife-i Sahîha'dır. El-Hasan İbnu Amr İbnu Umeyye ed-Damri anlatıyor: "Uz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin yanında bir hadîs rivayet ettim. Ancak o : " 'Böyle bir hadîs yok'' diye inkâr etti. Bunu kendisinden işittiğimi söyledim. O vakit: "Bunu benden işitmişsen o bende yazılıdır" dedi ve elimden tutarak beni evine götürdü. Orada bana Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) 'in hadîslerinin yazılı bulunduğu pek çok kitap ' 'kütüben kesireten'' gösterdi. Rivayet ettiğim hadîsi burada buldu ve: "Ben sana demedim mi? Eğer ben bir hadîs rivayet etti isem. o, yanımda yazılı olarak mevcuttur. " dedi.

HADİSLERİN TOPLANMASI:

Hadîs tarihinin ikinci mühim devresini "tedvinü's-sünne" dediğimiz çalışmalar teşkil eder. Zaman olarak ikinci hicrî asrı içine alır.

- TEDVÎN NEDİR?

Tedvin, lügat olarak cem edip kitap hâline koymak mânasına gelir. Bir hadîs ıstılahı olarak, hadîslerin resmen yazılıp kitap haline konması demektir. Burada "resmen" tabirinin bilhassa ehemmiyeti var. Zira, önceki bahislerde de görüldüğü üzere, hadîslerin yazılması, ferdi ve hususî olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) devrinde başlamış bir faaliyettir. Hatta bizzat RASÜLULLAH (aleyhissalâtu vesselam) tarafından pek çok yazılı vesîka bırakılmıştır ve hepsine de "sünnet" denilmektedir.

Ama bunların hiçbiri tedvin kelimesiyle ifade edilen "yazma" işine girmez. Çünkü tedvînde hadîslerin tamamının yazılması söz konusudur. Öyle ise tedvînin daha mükemmel bir tarifini: "Hadîslerin hepsine şâmil olan ve devlet eliyle yürütülen ikinci hicrî asırdaki yazma faaliyetidir." şeklinde yapabiliriz.

- TEDVİN NASIL BAŞLADI?

Tedvîn işi, Emevi halifelerinden Ömer İbnu Abdilaziz'le başlar. Dindarlığı ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine düşkünlüğü ile meşhur olan Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehulllah), sünneti bilen Ashab neslinin, arkadan da büyük alimlerin çeşitli sebeplerle birer birer hayattan çekilmelerini görerek hadîsin kaybolacağından endişe eder. Tehlikeyi önlemek için her tarafdaki mevcut âlimleri hadîslerin yazılması işine sevk etmeyi düşünür. Bu maksatla, halife sıfatıyla valilere emirler, tamimler gönderir.

Ömer İbnu Abdilaziz'in gönderdiği bu mektuplardan bir tanesinin metni Buhârî'de mevcuttur. Bu, Medine valisi Ebu Bekr İbnu Hazm'a gönderilen mektuptur:

“Beldende Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) 'le ilgili rivayetleri araştır, topla ve yaz. Ben ilmin (hadîslerin) yok olmasından ve âlimlerin tükenmesinden korkuyorum. Bu iş yapılırken sâdece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)'in sünneti kabul edilsin. Âlimler mescid gibi herkese açık ve malum yerlerde oturup tedrisatta bulunarak ilmi yaysınlar, bilmeyenlere öğretsinler. Zira ilim gizli kalmadıkça yok olmaz.''

İbnu Sa'd'ın kaydettiği rivayette Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) İbnu Hazm'a yazdığı mektupta şu ziyadede bulunmuştur:

"....câri, bilinen bir sünnet veya Amra bintu Abdirrahmân'ın rivayetleri kabul edilsin..."

Dârimi'nın rivayetinde şu ziyâde mevcut:

“Sizce (veya bölgenizde) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) 'den sabit ve sahih olan rivayetlerle Hz. Ömer'den sabit olan rivayetleri yaz."

Ebu Nuaym'm Târîhu İsfehan'da kaydettiğine göre Ömer İbnu Abdilaziz, mektubu, bütün İslâm beldelerine göndermiştir.

Şu halde tedvin işinden bahseden muhtelif rivayetleri göz önüne alarak konu hakkında daha bütün bir fikre varabilmekteyiz.

Hadîslerin tedvininde Halîfe Ömer İbnu Abdilaziz'in bu teşebbüsünü takdir edebilmek için; Tedvin'de en büyük hizmeti geçen ve bu faaliyete ismini veren Muhammed İbnu Şihâb ez-Zührf'nin şu itirafını bir kere daha kaydetmek ister:

“Bizi bu ümera (idareciler) mecbur edinceye kadar ilmin yazılmasını uygun bulmuyorduk. (Ümerânın müdâhale ve icbarıyla bu işe girişince) hiçbir Müslümanı yazmaktan men etmemek gerektiğine inandık.''

HADİSLERİN TOPLANMASINA SEVKEDEN SEBEPLER

Hadîslerin yazılıp kitaplar halinde bir yerde toplanmasına sevkeden gerçek âmilleri daha yakından görmekte fayda var:

1. Alimlerin ittifakıyla bunlardan biri, Ömer İbnu Abdilazîz'in mektubunda da ifâde edilen husustur: Ulemânın inkırazı ile hadîslerin yok olma endişesi: Bu gerçekten mühim bir husustur. Her ne kadar hadîsler ferdî olarak yazılıyor idiyse de çoğunlukla "Ezberlenmek için" yazılıyordu ve ezberlenince yakılıyordu veya ölürken, kendisinden yazılanların imhası tavsiye ediliyordu. Yukarıda Zühri’den kaydettiğimiz rivayet bile, hadîslerin yazılması hususunda, ilmî çevrelerdeki tereddüdü anlamaya kâfidir.

Üstelik bu dönem, siyasî çalkantıların, iç kargaşaların sıkça görüldüğü bir devredir. 95. hicrî yılında Haccâc-ı Zâlim tarafından öldürülen, devrin meşhur muhaddisi Said İbnu Cübeyr'in kaybı bile Ömer İbnu Abdilaziz'i "hadîsler kaybolacak" diye korkutmaya yeterli bir hâdisedir. Kaldı ki, aynı hâdiseler Talk İbnu Habîb'in ölümüne sebep olur, meşhurlardan Mücâhid kıl payı idamdan kurtulursa da hapse atılır.

2. Ömer İbnu Abdilaziz'in mektubuna açık bir şekilde aksetmemiş olsa bile, tedvine sevkeden ikinci mühim âmil, siyasî ve mezhebi ihtilaflar sebebiyle hadîs uydurma faaliyetlerinin artmasıdır. Bu hususu, Zührî (rahimehullah)'in şu sözleri tevsik ve teyîd eder:

"Eğer şark cihetinden gelen ve nezdimizde meçhul ve merdûd olan hadîsler olmasaydı, ne tek hadîs yazardım ne de yazılmasına izin verirdim."

Suyûtî Hazretleri, hadîs uydurma faaliyetlerinin tedvindeki rolüne şöyle parmak basmıştır:

"Ulemanın çeşitli beldelere dağıtıldığı, Haricîlerin ve RâfızîIerin uydurma ve bidatlarının çoğaldığı bir vakitte, sünnet. Sahabe 'nin akvâli ve fâbiî'nin fetvalarıyla karışık olarak tedvin edildi."

TEDVÎN'İN CEREYAN TARZI:

Rivayetler, Ömer İbnu Abdilazîz'in, meseleyi bir tamimle bırakmayıp, tedvîn çalışmalarını titizlikle takip ettiğini göstermektedir. Meselâ merkezde, bu işte çalışacak, hususî katipler tutulmuştur. Söz gelimi Hişâm İbnu Abdilmelik, Zühri'nin emrine iki kâtip vermiştir. Bunlar tam bir yıl boyu Zührî'nin hadîslerini yazmışlardır.

Tedvin faaliyetlerine, halife Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullah) bizzat katılmış, elinde defter kalem namazlara devam etmiş, namazlardan sonra teşkil edilen ders halkalarına oturarak Avn İbnu Abdillah'dan, Yezîb İbnu'r-Rakkâşî'den hadîs yazmıştır.

Tedvin sırasında, sâdece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet edilen rivayetler değil, Sahabe hazerâtından ve Tâbiîn'den rivayet edilen âsâr da bâzı muhaddislerce "sünnet" mefhumuna dâhil edilerek yazılmıştır.

Halife'nin emriyle taşrada yazılan hadîsler defterler hâlinde merkeze gönderilmekte, orada çoğaltılarak tekrar İslâm beldelerine yollanmaktaydı. Bu mühim hususu tevsik eden bir rivayet Zührî'den gelmektedir:

"Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) Sünnet'in cem edilmesini emretti. Biz de onu defter defter yazdık. Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullah) üzerinde hâkimiyeti bulunan her bir yere bunlardan bir defter yolladı."

Bu yollanan defterlerin, merkezdeki aslî nüshalardan çoğaltılan tâli nüshalar olduğu muhakkaktır.

Bazı rivayetler, merkezde toplanan hadîslerin, ulemâ nezâretinde belli bir kontroldan geçirildiğini ifâde etmektedir: Ebu'z-Zinâd Abdullah İbnu'z-Zekvân anlatıyor: "Ömer İbnu Abdilazîz'in fükahâyı topladığını gördüm. Ulema ona pek çok sünnet toplamıştı. (Bunları fukahâ ile birlikte okuyor) kendisiyle amel olunmayan bir sünnet zikredilince: "Bu fazladandır, üzerine amel yoktur." diyordu."

Yukarıda, merkezden taşraya gönderildiği belirtilen nüshaların bu kontrol muamelesinden sonra istinsah edilmiş olabileceği söylenebilir.

Tedvin faaliyetlerinin mühim bir hususiyeti, hadîslerin, sünen, sahîh veya müsned gibi herhangi bir tasnîf tarzında yazılmamış olmasıdır. Burada hadîsleri yazıya geçirmek, yazı ile tesbît etmek esas alınmıştır, şu veya bu tarzda şu veya bu maksada uygun olması değil. Bu sebeple, merfiı, mevkut ve maktu rivayetler sahîhi, baseni ve zayıfıyla birlikte iç içe, yan yana yazılmıştır. Bunların temyîz ve tanzimi müteakip asırda tebvîb devrî'nde ele alınacaktır.

EBU BEKR İBNU HAZM'İN ROLÜ:

Medine Valisi Ebu Bekr İbnu Hazm, devrinin büyük bir hadîs âlimi olmasına rağmen Ömer İbnu Abdilazîz'in emrine icabet ederek şahsen hadîs yazdığına dâir elimizde kayıt yoktur. O, vali sıfatıyla ulemâyı bu faaliyete icbar etmekle yetinmiş olabilir. Nitekim bu işi canıgönülden benimseyip birinci derecede rol oynayan Zühri, bir Medîne âlimidir ve Ebu Bekr İbnu Hazm'ın emriyle işe başlamış olması şüphe götürmeyen bir husustur.

Tedvin işinin meyvesini tam olarak görmeye Ömer İbnu Abdilazîz'in ömrü vefa etmemiş olsa da onun devrinde tedvîn edilenlerin istinsah edilerek taşra vilâyetlere gönderilecek bir seviyeyi bulduğunu bizzat Zührî'den intikal eden bir rivayete istinaden az önce kaydettik. Bu sebeple İslâm âlimleri, ilk tedvîn işinin Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullâh) zamanında, birinci hicrî asrın son yıllarında ele alındığında ittifak ederler.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Hadislerin bir çok raviden geçtiğini dikkate alırsak, hadislere neden güvenelim?..

* * * 
Sünnet ve Hadislerin Bağlayıcılığı

Bu konuyu Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifler ve alimlerin görüşleri doğrultusunda ele alarak işleyeceğiz.

1. Kur’an-ı Kerim: Hz. Peygamber (asm)’a Kur’an-ı Kerim dışında(1) vahiy geldiğini gösteren ayetler vardır.

Bunlardan bazıları şunlardır:

a. Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve Hikmet’i talim edip, bilmediklerinizi öğreten,(2) Allah’ın kendisine Kitab’ı ve Hikmet’i bildirdiği,(3) ifade edilen ayetlerde, Hz. Peygamber (asm)’a Kitab ile beraber bir de Hikmet’in verildiği anlaşılıyor.

Atıf, ma’tufa hem benzerlik hem de muğayeretlik/aykırılık manasını taşımaktadır. Bu itibarla, Kitab’tan kasıt Kur’an-ı Kerim olduğuna göre Hikmet’in başka bir şey olması lazım. Bunun da sünnet olma ihtimali hepsinden önce gelir.(4) Atıftan ma’tufa olan farklılığı bu benzerlik noktası ise ikisinin de Allah’ın bildirmesiyle olmasıdır ki ikisinin de kaynağı vahiydir.(5)

b. “Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vaat ediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz.”(6) ayetinde belirtilen vaat, önceden Müslümanlara verilmiş ama ne olduğu ayette bildirilmemiştir. Bu da başka bir vahiyle haber verildiğinin delilidir.

c. “Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir şey söylemişti. Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip, bir kısmından da vazgeçmiştir. Peygamber bunu ona haber verince eşi, “Bunu sana kim bildirdi?” dedi. Peygamber, “Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi” dedi.”(7) ayeti açıkça Kur’an dışında vahiy olduğunun delilidir. Zira verilen sırrın ifşasına dair bir açıklama Kur'an da olmadığı halde Hz.Peygamber (asm) bunu bilmektedir. Öyleyse bunu kendi kendine bilemeyeceğine ve Allah’ın bildirdiği ifade edildiğine göre, Kur'an içine girmemiş bir vahyin varlığı açıkça ortaya çıkmaktadır.

2. Hadis-i şerifler:

a. Mikdad b. Ma’dikerib’in rivayetine göre Resulullah (asm), şöyle buyurmuştur: “...Bana Kitab ve onunla beraber onun gibisi verildi.”(8)

b. Kudsi Hadisler: (9) Bu tür hadislerde geçen, “Resulullah (asm), Rabbinden rivayet ettiği hadiste şöyle buyurdu”, “Resulullah’ın (asm), rivayet ettiği hadiste Allah Teala şöyle buyurdu” denilmesi ve hadislerin “Ey kullarım” diye başlaması Hz. Peygamber (asm)’e Kur’an dışında vahiy geldiğinin delillerindendir.

c. Cibril Hadisi: (10) diye bilinen meşhur hadise. Cebrail (a.s) beşer suretinde gelmiş ve bazı sualler sorarak cevap almış, Hz. Peygamber (asm) de ashabına, bunun Cebrail (a.s) olduğunu ve dini öğretmek için geldiğini bildirmiştir.

d. Hz. Peygamber’in (asm), şüphesiz Rabbim Allah, bana vahyetti,(11) ben emrolundum, nehyolundum,(12) gibi ifadeleri ve Cebrail (a.s)’ın bazı şeyleri kendisine öğrettiğini bildirmesi de,(13) Kur’an dışında vahyin varlığına açık delillerindendir.(14)

Ayrıca bir Yahudi’nin sorularına cevap veren Hz. Peygamber (asm)’in “Aslında bunları bilmiyordum. Ancak Allah onları bana bildirdi.”(15) buyurması da konuyu destekleyen diğer bir husustur.

3. Alimlerin görüşleri:

Ashab-ı Kiram (r.a.) Peygamber Efendimiz (asm)’ın uygulamalarından, izahlarından ve ifadelerinden Kur'an dışında vahiy aldığını biliyorlardı. Bunu birçok defalar ifade etmişlerdir. Alimler de Kur'an, hadis ve ashabın ifadeleri doğrultusunda sünnetin kaynağı hakkında fikir ve beyanda bulunmuştur; hepsi olmasa bile sünnetin kaynağının vahye dayandığını ifade etmişlerdir.

Hz. Aişe (r.a) validemiz, Hz. Hatice (ra) hakkında vahiy geldiğini ifade eder ve O’na cennetten bir köşk verildiğinin bildirildiğini söyler.

Rivayetlerde geçen, Cibril, Kur’an’ı indirdiği gibi sünneti de indirdi.(16) Ayrıca komşuya iyi davranmayı, abdest almayı, namaz kılmayı, telbiyenin yüksek sesle yapılmasını, kutlu akik vadisinde namaz kılınmasını, namazların vakitlerini, ümmet-i Muhammed’in (a.s.m) gireceği cennet kapısını, seyyidü’s-şüheda olan Hz. Hamza (r.a)’ın adının sema ehli tarafından levhalaştırılması(17) gibi bilgilerin Cibril (a.s) vasıtasıyla alması da Kur'an dışında vahiy olduğunu gösterir.

Tavus ise, bizzat vahiy yoluyla inmiş bulunan diyetlere dair bir yazılı metine sahip olduğunu ve zekat ve diyetle ilgili hükümlerin vahiyle geldiğini belirtir.(18)

Evzâi, “Sana Resulullah (asm)'dan bir hadis ulaştığında sakın ha başka bir şeyle hükmetme; Çünkü Resulullah (asm), Yüce Allah’tan bir tebliğciydi.” diyerek,(19) sünnetin vahye istinad ettiğini ifade etmiştir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bu konuda önemli açıklamaları olanlardan biri de İmam Şafii’dir.(20) Konuyu ilmine güvendiği bir zata dayandırdığı ve kendisinin de kabul ettiği anlayışa göre Sünnet; ya vahiydir, ya vahyin beyanıdır, ya da Allah’ın kendisine tevdi etmiş olduğu bir durumdur. Bu da kendisine has kıldığı nübüvvete ve buna dayalı olarak ilham ettiği hikmete dayanır. Şu halde hangi durum esas alınırsa alınsın, Allah, insanların Rasullah’a itaatını emretmiş, sünnetin gereği ile amel etmelerini istemiştir. Sünnet’in Kur'an’ı açıklaması, ya Allah’tan gelen Risalet yoluyla, ya ilhamla ya da kendine verilmiş “emir” ile gerçekleşir.

Aynı kanaatleri paylaşan İbn Hazm, Sünneti, vahy-i gayri metluv olarak ifade eder ve vahy-i metluv olan Kur'an’a uymamız gerektiği gibi, ikinci vahiy olan sünnet’e de uymamızın esas olduğunu belirtir. Zira bağımlılığı ve Allah’tan olmaları bakımından ikisi de aynıdır .(21)

Gazali Hazretleri de sünnetin vahye istinad ettiğini ifade ile vahy-i gayri metluv olduğunu belirtir.(22)

Sünnetin tamamı vahiy olarak kabul edilirse, Hz. Peygamberin (asm) nasıl Kur'an-ı Kerim’i değiştiremiyorsa, sünneti de değiştiremeyeceği anlamı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.(23)

Kur'an gibi, sünnetin de tamamı vahye istinad ediyor, anlayışı içinde, önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Şayet, Hz. Peygamber (asm), her hadise ve olayda, Kur'an ayeti gibi, sünnet vahyini bekliyorsa, bu durumda O’nun içtihatları, istişareleri nasıl değerlendirilecektir. Elbette vahyi beklediği zamanlar olmuş, ama hayatın her safhasını böyle düşünmek ve değerlendirmede bulunmak bizi sıkıntıya sokacaktır.

İşte bu gibi durumlar bazı alimleri, sünnetin tamamının değil de bir kısmının vahye, bir kısmının da içtihat ve istişare gibi durumlara dayandığı kanaatine sevk etmiştir.

Mesela İbn Kuteybe, sünnet’in kaynağını üçe ayırarak şöyle der:

a) Cebrail’in Allah’tan getirdiği sünnet.(24)
b) Allah’ın Resulüne (asm) bıraktığı; re’yini açıklamasını istediği sünnet.(25)
c) Resulullah (asm)’ın, bize âdab için kıldığı sünnet. Bunlar yapıldığında sevap alınıp, terkinde ise ceza olmayan sünnettir.(26)

Benzer görüşü benimseyen Hanefilerden Serahsi, Hz. Peygamber (asm)’ın, re’y ve içtihat sonucu ulaştığı neticelerin, vahiy mesabesinde olduğunu belirtir:

Vahiy iki kısımdır:

1. Zahir vahiy: Bu da üçe ayrılır.

a) Melek lisanıyla gelen, kulakla algılanan ve Allah’tan geldiği kesin bilinen vahiy. Bu kısım Kur'an vahyidir.

b) Kelamsız, melek tarafından yapılan işaretle Hz.Peygamber (asm)’e açıklanan vahiydir.(27)

c) İlhamdır. Bu da, Resulullah (a.s.M)’ın kalbinin en ufak bir kuşkuya mahal kalmayacak şekilde ilahi te’yide mazhar olmasıdır. Onun kalbine bir nur doğar, meselenin hükmü açıkça belli olur.

2. Batınî vahiy: Buna “ma yüşbihu’l-vahy” diyen Serahsi, Resulullah’ın (asm), re’y ve içtihadı sonucu ulaştığı hükümler olduğunu söyler. O’nun hata üzere bırakılmaması, devamlı vahyin kontrolünde olması gibi hususlar, bu kısımdan olan hükümleri de vahiy mesabesinde kılmaktadır. Ümmetten diğerlerinin içtihadı ise, yanılma ihtimallerinin olması ve bu yanılmalarının vahiyle düzeltilme imkanı bulunmaması sebebiyle Hz. Peygamber (a.s.m)'in içtihadı mesabesinde değildir.(28)

Serahsi’nin bu açıklaması neticede Hz. Peygamber (asm)’ın bütün davranışlarının vahye dayandığı O’nun tashihinden geçtiği anlamına gelmektedir. Zira, Hz. Peygamber (asm)’ın davranışı veya sözü ya doğrudur, ya da yanlıştır. Hayatı boyunca düzeltilmişse tamam. Aynen kalmışsa onun doğru olduğu ortaya çıkar. Zira yanlışın Allah tarafından devam ettirilmesi mümkün değildir.

Şatıbi ise şöyle der:

Hadis ya saf Allah’tan gelen bir vahiydir, ya da Hz. Peygamber (asm) tarafından yapılmış bir içtihattır. Ancak bu durumda onun içtihadı Kitap ya da sünnetten sahih bir vahye dayandırılmış ve onun kontrolünden geçmiştir. Hz. Peygamber (asm)’in içtihadında hata yapabileceği görüşü benimsense bile, o asla hatası üzerinde bırakılmaz, derhal tashih edilir. Sonunda mutlaka doğruya döner. Dolayısıyla ondan sadır olan hiçbir şeyde hata ihtimali yoktur.(29)

Bu ifadelerden hareketle diyebilir ki, sünnetin tamamı vahiydir, diyenler pek de ifrat etmiş olmuyorlar. Zira, neticede sünnetin tamamı vahyin kontrolünden geçiyor, ya ibka ediliyor ya da tashih ediliyordu. Yani vahyin kontrolüne girmemiş bir uygulamanın varlığını kabul edemeyeceğimize göre netice olarak hepsinin vahye dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak sünnetin tamamının vahye dayandığını söylerken bununla Rasulullah (asm)’ın devrinde tesbiti yapılan ve bize kadar sahih olarak gelen sünnetleri kastettiğimizi de belirtelim.

4. Vahyi Takriridir

Sünnet’i tarif ederken bir kısmının da takriri sünnet dediğimiz, Hz. Peygamber (a.s.m) huzurunda yapılıp da gördüğü veya duyduğu halde susması veya tasvip buyurmasıdır.(30) Yani Ashabı Kiram gerek önceki Cahiliye döneminden kalma bazı uygulamaları, gerekse kendi anlayış ifadeleri olarak yaptıkları konuşma, davranış gibi hususlardan birini Hz. Peygamber (asm), gördüğünde veya duyduğunda onları bazen düzeltiyor, bazen değiştiriyor, bazen da seslenmiyordu. Ashabı Kiram O’nun bu susmasını tasvip olarak değerlendiriyordu. Zira ümmetin yaptığı bir hatayı aynen bırakması, Hz. Peygamber (asm) adına uygun olmazdı. Bu sebeple O’nun susmaları bile o fiil veya sözün yanlış olmadığı anlamına geliyordu.

Ashab (r.a), Hz. Peygamber (asm)’ın kontrolünde olduğu gibi, Resulullah (asm) da İsmet sıfatının(31) bir gereği olarak, devamlı vahyin kontrolü altındaydı. Dolayısıyla O’nun hatasının düzeltilmeden bırakılmayacağı(32) ve bu uyarının da geciktirilmeden hemen yapılacağı(33) bilinmelidir. Bu özelliğiyle Hz. Peygamber (asm) bütün insanlardan ve içtihada ehil olanlardan ayrılmaktadır.

Daha peygamber olarak görevlendirilmeden önce bile bazı davranışlarından dolayı ikaz edildiği bilinmektedir.(34)

Bir defasında, Kureyş çocukları ile oyun oynarken izarını çıkarıp taş taşımak istemiş, ancak bu durumdan şiddetle menedilmiştir. Yine zemzem kuyusunun tamiri için amcası Ebu Talib’e yardım maksadıyla izarını çıkarıp üzerine taşı koymak istemiş, fakat baygınlık geçirmiştir. Kendine geldiğinde ise, üzerinde beyaz elbise olan birinin örtünmesini istediğini söylemiştir.(35)

Vücudunun görülmesi uygun olmayan hususlar için muhafaza edildiği gibi, o günün toplumunda görülen bazı nahoş uygulamalardan da korunmuştur. Kendi ifadesiyle, düğün gibi yerlerde yapılan oyun ve eğlencelere bakmak istemiş, ancak onları duyamamış ve uyuya kalmış, ondan sonra da peygamberlikle vazifeleninceye kadar kötülüğe bulaşmamıştır.(36)

Henüz peygamber değilken ve ümmetine ve insanlığa örnekliği kesin olarak belirtilmemişken, böyle koruma altında olan bir zatın, bütün yönleriyle ümmetine ve insanlığa nümune olduğu bir dönemde muhafaza edilmemesi, hatalı ve eksik bir durum varsa düzeltilmemesi(37) düşünülebilir mi?

Nitekim Kur'an-ı Kerim’de bunun misallerini görmekteyiz. Hz. Peygamber (asm) vahyi muhafaza için endişe etmiş, ancak Allah Teala, buna mahal olmadığını bildirerek endişesini gidermiştir.(38)

İnsanların hidayete gelmeleri, Allah’ın emrine uymaları hususunda O’nun vazifesinin yalnız tebliğ olduğu, vahyin ancak Allah’ın dilemesiyle olacağı, sonucu Allah’ın dilemesine bağlı olduğu(39) gibi hususlarda uyarılmış; mağfiret dilediği amcası Ebu Talib hakkında, ikaz edilerek dua etmekten men edilmiştir.(40)

Diğer taraftan, Uhud Savaşı'ndan sonra düşmanlarına lanette bulunmaktan(41) ve Hz. Hamza (r.a)’a yapılan muamelelerden sonra müsle yapmak arzusundan(42) da vazgeçirilmiştir.

Ayrıca, Bedir Savaşı'nda elde edilen esirlerle ilgili fidye karşılığı salıverilme fikrinden dolayı uyarılmış,(43) münafıklarla ilgili onları kazanma arzusuyla yaptığı uygulamadan men edilmiş(44), esirlerin arzusu için Allah’ın helal kıldığı şeyi kendine haram kılması sebebiyle de ikaz edilmiştir.(45)

Bu ve benzeri ayetler Hz. Peygamber (asm)’ın yaptığı bazı tasarruflarının rızayı İlahi’ye muvafık olmadığı durumlarda tashih edildiğinin açk göstergeleridir. Allah Teala, O’nu, önce muhayyer bırakıyor ve içtihat etmesini, ashabıyla istişare eylemesini istiyor. Sonuçta Allah’ın rızasına uygun ise öylece kalıyor, değilse tashih ediliyordu. Nitekim, önce müşrik çocuklarının babaları hükmünde olduğunu beyan edip, sonra cennetlik olduklarını söylemesi, ilk önceleri kelerin, meshe uğramış Yahudiler olduğunu söylemesi sonra bu görüşünden vahyin uyarısıyla vazgeçmesi, kabir azabı hakkındaki görüşün Yahudi fitnesi olduğunu söyledikten sonra, vahyin uyarısıyla kabir azabının varlığını beyan edip, dualarında ondan Allah’a sığınması gibi hususlar,(46) Kur'an vahyi dışında da kendisinin uyarılıp tashih edildiğini göstermektedir.

İşte Resulullah (asm)’ın huzurunda yapılan veya haberdar olduğu bir fiil, hareket veya sözü yanlış olarak devam ettirmesi mümkün olmadığı ve bu tür takriri sünnetin ümmet için örnek olması kesin olduğu gibi, Allah’ın huzurunda Resulullah (asm)’ın yaptığı davranış ve fiillerin de yanlış olarak devam etmesi söz konusu değildir ve bütün hayatı boyunca ondan sudur eden her şey daha da evleviyetle bizim için örnektir.

Şu halde, Alim, Habir, Semi, Basir, Hakim olan Allah (c.c), Peygamber Efendimiz (asm)’den sadır olan her türlü söz, fiil ve davranışı ya tashih etmiştir, ya da aynen devam ettirmiştir. Bu dokunmayıp devam ettiği şeylere ister Hanefi ulamasının dediği gibi batınî vahiy diyelim,(47) isterse takriri vahiy diyelim, neticede Hz. Peygamber (a.s.m)’in sünnetinin vahye dayandığını ifade edebiliriz.

Bundan hareketle, Hz. Peygamber (asm)’in içinde bulunduğu toplumun bazı örf ve adetlerini aynen devam ettirmesi, Allah’ın kontrolünden geçtiği ve bir nevi vahyi takriri olması sebebiyle, onlara sadece birer adet ve gelenek olarak bakmanın doğru olmayacağını düşünüyoruz. Zaten o uygulamaların temelden Hz. İbrahim (a.s) veya başka peygamberlere dayandığını önceden ifade etmiştik.

Şu halde Hz. Peygamber (asm)’in sergilediği davranış ve hareketler, aynıyla Cahiliye de bulunsa bile, yanlış olsaydı, mutlaka vahiy tarafından tashih edilecekti. Tashih edilmeyenler ise tasvip edilmiş demektir denilebilir.

DİPNOTLAR:

1. “O kendilğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy ile dir.” ayetinden kastedilenin yalnız Kur’an olduğu söyleniyorsa da, sünneti de ithtiva ettiğini belirten alimlerimiz vardır. Mesela, Elmalılı bu ayeti “O, yani Kur’an veya Onun nutku ancak bir vahiydir. Başka türlü söylenemez. Yalnızca vahyolunur.” diye tefsir ederek Sünnetinde vahiy edildiğine işaret etmiştir. (Yazır, Hak Dini VII, 457); Krş. Kurtubî, Tefsir, XVII,84-85; Aydınlı, Abdullah, Sünnetin Kaynağı Hakkında, Din Öğretimi dergisi, Sayı 37, Ank, 1992, s.48; Kırbaşoğlu, Sünnet, 236 vd.
2. Bakara, 48; Ali İmran, 164.
3. Nisa, 113; Cuma, 2.
4. Hikmet’ten kastın sünnet olduğunu söyleyenler için bk. Hasan el-Basrî, Katade, Yahya b. Kesir, (Suyuti, Miftahu’l-Cenne, s.23); İmam eş-Şafii, er Risâle, 32,78,93.
5. Kur’an ve Sünnet’in vahiy olması, aralarındaki farkın ne olduğu sorusunu akla getirmiştir. Aralarında mahiyet farkı olmadığı bu ayetten anlaşılıyor. Ancak biri vahy-i metluv, diğeri vahy-i gayri metluvdur. Suyuti bu hususu şöyle özetler: Allah’ın kelamı iki kısımdır. Allah Cibrile, “Peygamber’e Allah sana şunu şunu emrediyor, de.” Buyurur. Cibril’de muradı İlahiyi anlar ve Peygamber’e iletir. Bu aynen bir hükümdarın güvendiği birisini kendi namına elçi olarak tebasına göndermesi ve elçinin de hükümdarın arzusunu kendi ifadesiyle iletmesi gibidir. Diğeri ise Allah Cibril’e “Peygamber’e git ve şu kitabı ona oku” buyurur. O da aynen harfi harfine ona okur. İşte Kur’an vahyi ikinci kısma, sünnet vahyi birinci kısma benzemektedir. Bu yüzden Sünnetin manasıyla rivayetinin de caiz olduğunu söyler. Suyuti, el-İtkân, I,45; bk, Subhi es-Salih, Hadis İlimleri, s.261-262; Karaman, Hadis Usulü, s.9-10.
6. Enfal, 7.
7. Tahrim, 3.
8. Hadisin başında, Kur’an’da bulduğumuzu alırız, onda olmayanı almayız diyecek bir takım insanların geleceğinin bildirilmesi, sonra da sünnetin verildiğinin belirtilmesi konumuz açısından önemlidir. bk. Ebu Davud, Sünne, 6.
9. Kudsi, ilahi veya rabbani, adıyla ifade edilen bu hadisler, Allah’a (c.c) nisbetle söylenmiştir. Hem lafzı hem de manasının Allah’a ait olduğu veya aynı diğer hadisler gibi manası Allah’tan, lafzı Peygamberimiz (asm)'den olduğu ancak ümmetin dikkatini çekmek açısından böyle ifade edildiği gibi anlayışlar vardır. bk. El-Hadis, ve’l-Muhaddisun, s.18; Kavaidu’t-Tahdis, s.64 vd.
10. bk, Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1; Ebu Davut, Sünnet, 16; Tirmizi, İman,4.
11. Müslim, Cennet, 63-64; bk, Aydınlı, Sünnetin Kaynağı, s.50-51; Toksarı, Sünnet, s.98-99; Ebu Davud, Edeb, 48.
12. Müslim, İman, 32-36; bk, el-Münavî, Feyzu’l-Kadir, VI, 289-290.
13. Örnek için bk, Müslim, Cenaiz, 1; Tirmizi, İmam, 18; Cihad, 32.
14. Bazı araştırmacılar, vahy ifadesinin geçtiği hadisleri, mana ile rivayet edildiğinden, genel olarak hadislerin vahyedildiğine delil teşkil etmeyeceğini iddia etse bile (Erul, Bünyamin, İslamiyat, C.1, s.1, s.55 vd.) bir başka makalesinde, Yüce Allah’ın Kur'an dışında, Hz. Peygamber (asm) ile iletişim içinde olmadığını söylememiz mümkün değildir. Diyerek, Rasulullah (asm)’ın tebliğ, talim, tezkiye ve beyan ile görevlendirildiğini söyler. Ancak buna Hikmet demenin daha doğru olacağını söyler. (Erul, Bünyamin, İslamiyat, C.III, s.1., s.184.
15. Müslim, Hayız, 34.
16. Buhari, Nikah, 108.
17. Sırasıyla bk, Suyuti, Miftah, 29; Müsned, II, 85,160; Buhari, Edeb, 28; Müslim, 1,140; Ebu Davud, Menasik, 24,27; Tirmizi, Hac, 14; Ebu Davud, Salat, 2; Buhari, Bedu’l-Halk, 6; Ebu Davud, Sünnet, 9; Müsned, I, 191; İbn Hişam, Sire, III, 101-102.
18. Suyuti, Miftah, 29.
19. Abdülğani Abdülhalik, Hucce, 337; Sünnet’in vahye dayandığı hususunda icma olduğu söylenir. bk, a.e., s.338; Hasan b. Atıyye’nin de Sünnet’in Kur’an gibi vahye dayandığını söylediği rivayet edilir. Darimi, Mukaddime, 49.
20. Vahyi Metluv Kur'an, vahyi ğayri mevlut sünnet tir diyen Şafii hazretleri, Sünnetin Kur'an’ı Kerim’de geçen “hikmet” olduğunu söyler. (er-Risale, 3-4,10; el-Ümm, V, 127,128.)
21. İbn Hazım, el-İhkam, 93; Krş. Kırbaşoğlu, Sünnet, s.260-261.
22. Gazali, Mustasfa, I, 83; Hattabi’nin de aynı kanaatte olduğu hk. bk. Hattabi, Mealimu’s-Sünen, V, 10.
23. Çakan, İ.Lütfi, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, İst, 1982, s.96.
24. Bir kadının teyzesiyle ve halasıyla aynı nikah altında bulunamayacağını ifade eden hadis bu kabildendir. Buhari, Nikah, 27; Müslim, Nikah, 37-38.
25. İpek elbise giymek haram olduğu halde, hastalığından dolayı Abdurrahman b. Avf’a (r.a) Hz. Peygamber’in müsaade etmesini misal verir. bk. Buhari, Cihad, 91; Libas, 29; Müslim, Libas, 24-26.
26. İbn Kuteybe, Ebu Muh. Abdullah, Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis, Beyrut, 1972, s.196 vd.
27. Ruhu’l-Kudüs kalbime üfledi, gibi ifadeler bu kabilden vahiydir. İbn Mace, Ticaret, 2; Beyhaki, Sünen, VII, 76; Suyuti, Miftah, 30.
28. Serahsi, Şemsuddin, Usulü’s-Serahsi, Beyrut, 1973, II, 90-96.
29. Şatıbi, Muvafakat, IV, 19; Benzer görüşler için bkz, Abdülgani, Hucce, s.334 vd.
30. bk, Aydınlı, Istılah, 148; Ayrıca bk. Buhari, İ’tisam, 24.
31. Peygamberlerin sıfatlarından olan ismet, Onların küfürden, Allah’ı bilmemekten, yalan söylemekten, hata etmekten, yanılgıya düşmekten, ihmalden, şeriatın tafsilatını bilmemekten uzak olduğu, bunlardan masum bulunduğu demektir. Hata üzere devam etmelerinin de mümkün olmadığı anlamındadır. bk, Gazali, Mustasfa, II, 212-214; Sâbûni, Maturidiyye Akâidi, trc. Bekir Topaloğlu, Ank. 1979, s.212-212; Yazır, Hak Dini, IX, 6357; Abdülgani, Hucce, 108 vd.
32. Serahsi, Usul, II, 68.
33 Sabuni, Maturidiyye, 121; Abdülğani, Hucce, s.222; İbn Teymiyye’nin Peygamberlerin hata üzere bırakılmayacağı görüşü için bkz. Abdülcelil İsa, İctihadü’r-Rasül, Mısır, ts. S.33.
34. Allah’ü Teala’nın, O’nu (a.s.m) Cahiliye pisliklerinden muhafaza etmesi hk. bk. İbn sa’d, Tabakat, I, 121; Ebu Nuaym, Delâil, I, 129; Beyhakî, Delaîl, I, 313.
35. Ebu Nuaym, Delail, I, 147; Ayrıca bkz, Buhari, I, 96; Müslim, I, 268; Beyhaki, Delail, I, 313-314.
36. bk. Taberi, Tarih, II, 196; Ebu Nuaym, Delail, I, 143; Beyhaki, Delail, I, 315; Bir defasında O’nu (a.s.m) zorla bir eğlenceye götürmüşler, ancak O kaybolmuş, daha sonra ortaya çıkınca demiş ki; Beyaz ve uzun boylu bir adam bana; “Ey Muhammed! Sakın o puta el sürme, geriye dön” dedi. Krş. Müsned, II, 68-69; Köksal, İslam Tarihi, II,117-121.
37. Geniş bilgi için bk. Serahsi, Usul, II, 91; Gazali, Mustasfa, II,214; Sabunî, Maturidiyye, s.121; Abdülğani, Hucce, 221-222; Abdülcelil İsa, İctihad, s.31-33; Çakan, İhtilaflar, s.96,113; Erdoğan, Sünnet, 192 vd.
38. Kıyamet, 16-17.
39. Sırasıyla bk. Gaşiye, 21-22; Hud, 12; Kehf, 23; Kasas, 56; Yunus, 99; Şuara, 3.
40. Tevbe, 113.
41. Tirmizi, Tefsir, sure 3/12; Ali İmran, 128; Abdülcelil İsa, İctihad, s.95.
42. Hz. Hamza’nın Kulak burun gibi organları kesilmiş, ciğeri sökülmüştü. İbn Hişam, Sire, III, 101-103. Ayet için bk. Nahl, 126-127.
43. Enfal, 67-68. bk. Abdülğani, Hucce, 185.
44. Tevbe, 88, 84; bk. İbn Kesir, Tefsir, II, 378; Abdülcelil İsa, s.105.
45. Tahrim, 1-2.
46. bk. Abdülcelil İsa, İçtihad, s.59-66.
47. bk. Serahsi, II, 90-91; Tehanevi, Muh.Ali b. Ali, Keşşafu İstilahati’l-Fünün, İst, 1984, II, 1523.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


https://sorularlaislamiyet.com/hadislerin-yazilmasi-toplanmasi-tedvini-gunumuze-kadar-ulastirilmasi-ve-sunnetin-baglayiciligi